14 Temmuz 2008 Pazartesi

Keep of Kalessin - Kolossus (2008)

"Black Metal Başyapıtı"

2006 yılının en iyi black metal albümlerinden bir tanesi olan Armada'dan sonra Norveçli grup Keep of Kalessin'den beklentilerim çok değişmişti. Grubu biraz tanıyanlar Armada öncesi ile Armada arasındaki farkı çok rahat gözlemleyebilmişlerdir. Sanırım bu büyük değişimi tek fark eden dinleyiciler olmamış, zira grup 2007 yılının sonlarına doğru Avrupa metal müzik piyasasının major firmalarından bir tanesi olan Nuclear Blast ile anlaşma imzaladı ve grup için yükseliş devri başladı.

Ve sonrasında günler günleri, aylar ayları kovaladı ve Kolossus müzik arşivlerimizdeki yerini aldı.

Armada sonrasında Armada tadında bir albüm bekliyordum, bunu kabul ederim. İyi bir albüm olacağından şüphem yoktu, çok seveceğimi biliyordum. Hatta Kolossus için heyecanlıydım ama inanın bana bu kadarını beklemiyordum.

Biri intro olmak üzere dokuz şarkıdan oluşan Kolossus albümü üzerinde taşıdığı epik hava ile takip ettiğim tüm metal yayınlarında epic black metal albümü olarak tanımlanmış. Kısmen katılabilirim bu tanıma, zira albümün başından sonuna kadar anlatılışına şahit olduğumuz bir hikaye var. Vokal dinamiği, vokal dinamiğinin gitar rifleri ile uyumu albümü bir solukta dinlenen bir serüven haline getiriyor ve bu akıcı -heyecanlı- ruh hali dinleyicide büyülü bir dünyaya konuk olma hissi uyandırıyor. Fakat bana sorarsanız Keep of Kalessin avant - garde black metal icra ediyor.

Avant - garde tanım olarak, kabaca kalıp dışı anlamına geliyor. Keep of Kalessin benim bildiğim black metal öğelerini, bilmediğim çalgılar ya da örneklemeler ile zenginleştirmek yerine, kalıpların içinde kalarak onları genişletmeyi, hatta bilakis sınırlarını belirsiz hale getirmeyi tercih ediyor. Bu sayede gayet yenilikçi bir müzik yapmalarına rağmen muhafazakar dinleyicilerinde kalbini kırmamayı başarıyor.

Vokal partisyonlarından, gitar riflerine kadar müziğin her bileşeninde hissedilen özen ve dengeli deneysellik Kolossus'un en önemli özelliği. Yer yer kirli melodikliği ile dinleyici şaşırtan vokal performanslarının düz çığlık ve brutal vokaller ile uyumu muazzam bir bütünlük teşkil ediyor. Benzer bir bütünlük, klasik black metal riflerinin (ve davullarının), yer yer aksaklaşan death - thrash rifleri (ve davulları) ile yer değiştirdiği yerlerde de göze çarpıyor.

Fakat Kolossus'u başyapıt yapan şey kalıpları içeriden yıkan özgünlüğü ve kale kadar sağlam bütünlüğünün yanı sıra, bu özelliklerinin arkasındaki özen olduğunu düşünüyorum. Albümü dinlerken en çok hissettiğim şeylerden bir tanesi bu adamların bu müziği yaparken, inşa ederken, üretirken bunu ne kadar severek ve özenerek yaptıkları oldu. Against the Gods'un son iki dakikası, Ascendant ve Warmonger'ın nakaratlardaki vokal performansları ve tartışmasız bir başyapıt olan The Rising Sign'ın ortasındaki akustik pasajı grubun bu albümü ne kadar çok sevdiğini düşünmemi sağlayan öğelerden sadece bir kaçı (bu verdiğim örnekleri albümü dinledikçe kendi favori şarkılarınız ile verebilir hale geleceğinizden eminim).

Başından sonuna kadar bütünlük hissini bir an olsun kaybetmediğiniz, dinlerken sürekli doyum hali yaşamanızı sağlayan, yer yer teknik özellikleri ile ilginizi canlı tutan, muazzam düzenlenmiş akustik pasajları ile tansiyonunuzu yükselten, vokal performansı ile çığlık vokalin sanat olduğunu ispatlayan ve belki de en önemlisi müziği dinlerken yürüyüş hızınızı değiştiren, duruşunuzu dikleştiren büyüleyici bir albüm Kolossus.

Çoğu zaman dinlediğim albümlerin kendi müzik zevkime has, çevreme çok da tavsiye edebileceğim albümler olmadığını düşünürüm (diktatörlerimiz haricinde demem daha doğru olur sanırım), fakat Keep of Kalessin'ın baş yapıt olarak gördüğüm albümü Kolossus'u sadece metal değil, müzik dinleyen herkese özenle dinlemelerini tavsiye ederim. Ya bu müziğin içinde kaybolacaksınız ya da en kötü ihtimalle size göre olmayan ama takdir etmekten kendinizi alamadığınız bir müzik dinlemiş olacaksınız.

Moonspell - Night Eternal (2008)

"Memorial'dan sonra hayat var mı?"

Moonspell hayatımın bir döneminde benim için oldukça özel bir gruptu. Burada bir dönem diyerek bahsettiğimiz zaman dilimi aslına bakarsanız ömrümün üçte birine tekabül etmektedir. Tabi bazı ayrıntılarda ciddi değişiklikler oldu. Zira artık wolfheart eskisi kadar heyecanlandırmıyor beni (her ne kadar albüm ile tanıştığım zamanlara sırtımı dönmemiş olsam da). Bu biraz değişmekle, biraz da sanattan beklentilerle alakalı bir şey olsa gerek. Mesela wolfheart'ın beni artık heyecanlandıramaması gibi gotik edebiyat ve bu edebiyatın ürünü olan her türlü karanlık mitleri, vampirler, kurt adamlar, sonsuz ormanlar, şeytani geceler ve daha bir sürü fantastik şey benim için ciddi klişelere dönüştü. 

K Frost, diye bir adamın şöyle bir lafı vardır; "Onlar beni boş uzaylarla korkutamazlar, benim çok daha korkunç boş çöllerim var".

Ama tüm bunların yanı sıra Moonspell ile aramdaki boşluk benim hayata bakış açımın değişmesinden ziyade Moonspell'in tercihlerinden kaynaklandı. Nereden baksanız 30-35 yaşında adamların en çok 15-20 yaş arası bir kitleye hitap eden lirik içerik üzerinden müzik yapması, üstüne üstlük bunu Sin/Pecado, Butterfly Fx ve Darkness & Hope gibi albümlerden yıllar sonra yapması benim adıma oldukça kaygı verici.

Mesela grubun sekizinci uzun soluklu albümü olan Night Eternal. İlk olarak isime takılıyorum. Memorial Moonspell tarihinde sevmediğim ilk ve tek albümdür her halde. Oysa onun ismi hiç de klişe değildi. Ana dili İngilizce olmayan bir çok metal grubu genelde benzer kelimeler üzerinden şarkı sözleri yazarlar. Kategorilerine göre bu kelimeler daha çok benzerlik gösterir. Black - gotik metal kervanında, eğer müzisyenler şarkı sözlerini çok da umursamıyorsa ya da bu konuda pek yetenekli (ya da açık ufuklu) değillerse hep aynı kelimeler üzerinden bu şarkı sözlerini yazarlar. Eğer bu kelimelerle ilgili bir istatistik tutsam eminim Night Eternal üstlerde bir yerde çıkardı. Hatta sadece Night Eternal adında yüzlerce şarkı bulabileceğimizden bile neredeyse eminim. Vaktiyle üzerine günlerce düşündüğüm ve halen muazzam bir isim olduğunu düşündüğüm ilham verici Darkness & Hope gibi bir isimle albüm çıkaran bu adamlar nasıl bir değişim sürecinden geçtiler ki bu kadar klişe bir ismi sadece bir şarkıya değil tüm albüme verebildiler?

Tabii bu samimiyetsiz sert imaj ve bunun müziğe yedirildiği her yer bir yere kadar rahatsız ediciliğini korumakta ama yine de göz ardı edilebilir. Fakat Moonspell'de yaşadığım hayal kırıklığı bundan sonra başlamakta.

Pek içime sinmese de şunu söylememde hiç bir sakınca yok, benim sorunum Moonspell'in sesi ile değil besteleri ile (vaktiyle benzer bir söylemde Çağlan Tekil bulunmuştu, Butterfly FX albümü kritiğinde Non-Serviam'da). Memorial'ın kötü bir albüm olmasında samimiyetsizlik kadar bestelerinde payı vardı. Benzer lirik samimiyetsizlikten ne yazık ki Night Eternal'da mustarip. Fakat Night Eternal'ı Memorial'a göre üstün kılan şey ise kesinlikle besteler.

Dokuz şarkıdan oluşan ve Memorial'daki sıkıcı intro-outro kalabalığından muaf olan Night Eternal herşeyden önce sertleşme takıntısına kapıldığı zaman bize çift kroslardan daha fazlasını vaat edebilen, gerçekten güzel gitar rifleri sunuyor. Üstelik gene aynı takıntılı haller içerisinde daha yoğun trafikler kullanmış olmaları şarkıları çok daha dinlenebilir ve takip edilir kılmış. Irreligious günlerinden bu günlere miras kalan arpejler üzerinden parçalarının düşük tempo dinamiği oluşturma eğilimi tüm albüm için geçerli ve aslına bakarsanız yer yer çok uzun bri Ruin & Misery dinleme deneyimi yaşattığı için sıkıcı. Buna rağmen Night Eternal özellikle gitar rifleri ile şarkıları dinlenebilir hale getiriyor. Vokaller ise Night Eternal'in en iyi yanlarından biri olsa gerek, yeniden Fernando'nun temiz vokallerini duyabiliyoruz, üstelik bu sefer güzel melodiler ile birlikte. Bu açıdan özellikle Scorpion Flower, Spring Of Rage ve Dreamless albümün incileri olmakta. Bu şarkıları dinlerken en çok düşündüğüm şey bu adamın temiz sesini ne kadar özlediğim oldu. İşin böğürtü kısmına gelirsek, Fernando'nun böğürtü vokalleri her zaman için çok güçlü olmuştur ve bu kesinlikle tartışma konumuz değil. Fakat son iki albümdür Fernando'nun böğürtü ve fısıltı vokallerini çok yanlış kullandığını düşünüyorum. Şarkıların büyük çoğunluğunda böğürmeyi tercih eden sanatçı bana göre rutin vurguları ile sadece nakaratlarda ya da tek kelime olarak kullandığı böğürtü vokallerin etkisini dinleyicide oluşturamıyor. Fernando'nun temiz sesini çok seven ve vokal melodilerine önem veren bir dinleyici olarak Night Eternal'ın umut vaat eden bir albüm olduğunu kabul etmem gerek.

Fakat Moonspell ile barışmam için grubun, 40'a dayamış karanlık adamlar imajını bir kenara atıp, ayakları yere basan bir tavır takınmaları gerektiğini düşünüyorum. Eğer dertleri sert ve karanlık bir müzik yapmaksa, bunu tabiri caizse birer yetişkin gibi yapabileceklerini düşünüyorum. Sanırım bunu onlarında fark etmesi gerekiyor.

4 Temmuz 2008 Cuma

The White Stripes - Icky Thump (2007)

The White Stripes Detroit'ten çıkma, 97 yılından beridir varlığını sürdüren bir grup. Icky Thump ise grubun 6. stüdyo albümü. Üretken bir grup olduğu söylenebilir. Ayrıca grup Jack White ve Meg White adında eski karı kocadan oluşuyor.

Grubun müziği için blues rock garaj rock gibi tanımlamar var. Ben is biraz karışık buldum açıkçası. Metalden country müziğe kadar birçok deneysel rock soundu var. Grubu bana sorsalar nasıl tanımlarsın diye; Led Zeppelin'in varisi şeklinde bir açıklama yapardım. Açıkçası Led Zeppelin'den fazlasıyla etkilenilmiş.

Grubun geçmişini yani önceki albümlerini iyi bilmemekle beraber müziğin egzantrik olduğunu söyleyebilirim. Müzik temelde iki enstrümandan oluşuyor.Tek Gitar ve Davul. Çoğu şarkıda klavye de kullanılmış. Bazı şarkılarda ise gayda ve mızıka devreye giriyor. Bas gitar hiç yok. Sound ise günümüzün sounduna kesinlikle benzemiyor. Gitar tonlamaları gerçekten çok çiğ ve efektlerle tamamen eski tarz bir distorsiyon sesi alınmaya çalışılmış. Ayrıca Jack White'ın kullandığı pedalları inceledim. Grupta bas çalan herhangi biri olmadığı için, efektlerle beraber gitardan aynı anda bas seside çıkartmaya çalışmış. Yani gitarı dinlerken arka plandan bas tonları da geliyor. Bu da gitar soundunun diğer gruplara göre daha fazla ayırt edilebilmesine ve karakteristik bir sese sahip olmasına yol açmış. Davullar ise çok ilgimi çekti. Çünkü hiç bir grupta bu kadar fazla sadece kicklerin şarkıyı sürüklemesini dinlemedim. Çoğu şarkıda müziğin büyük bir kısmında davullar sadece kicklerden oluşuyor. White ikisi albümlerinde kayıt aşamasının kısalığı ile ünlü. En uzun kayıt aşamasına sahip albümleri Icky Thump. O da sadece 3 hafta sürmüş. Sanırım stüdyoya girip birkaç kez çalıp çıkıyorlar. Bu da müziğin doğallığını epey arttırmış zira bazı sololarda dikkatli dinlenirse hataları bulabiliyorsunuz. Biraz karambol bir hava yaratılmış. Benim hoşuma gitti bu durum.

Icky Thump albümü aynı isimli parçayla başlıyor. Bu parçayı ilk kez MTV'de izlediğimi belirtmeliyim. Belki klibinin etkisiyle olacak ama beni ilk kez dinlerken etkilemeyi başarmış az şarkılardan bir tanesi. Değişik bir klavye ve kicklerle başlayan şarkı ilk rifin girmesi ile orijinalliğini hissettiriyor. Gitarın solo soundu ile klavye solo soundu çok yakın. Soloyu klavye mi gitar mı atıyor belli değil. Parçanın sonundaki doğaçlama gitar solosu ise mükemmel olmuş. Parçanın bence tek kötü yanı bitişin fade-out ile olması bence doğaçlama solodan sonra direkt bitirilseymiş daha etkili olurmuş. "You don't know what love is(You just do as you're told)" şarkısı ise orta tempoda ilerleyen ve ortasından itibaren daha ilginç hale gelen ve kaliteli melodilere sahip bir şarkı. Şarkı sözleriyle ise parça parlıyor. İyi bir çalışma olmuş.

"Conquest" şarkısı ise çok tanıdık melodilere sahip. Sanki ispanyol anonim bir parça. Ama ne olursa olsun melodisi adı gibi beni fethetti. Makineli tüfek gibi öldürücü bir gitar tonlaması var ve trompetler ise cuk diye oturmuş. Aşkı değişik şekilde ifade eden şarkıları çok severim. İlla ki duyguyu yavaş ritmler eşliğinde vermeye gerek yok. Uzun bir şarkı olmasına da gerek yok. Kızgın bir şekilde de verebilirsiniz duyguyu, zafer çığlıklarıyla da. Jack White'ın çığlıklarıyla trompet soloları zaferin baş mimarları.

"Bone Broke" ise sanırım garaj rock denilen müziği iyi ifade eden bir şarkı. Cızırtılı gitarları ve kesik kesik doğaçlama soloları evin garajında çalındığı hissini veren bir parça. Ardından gelen "Prickly thorn, but sweetly Worn" ve "St. Andrew" şarkıları gayda ve mandolin eşliğinde olan birbirine bağlı country parçaları. Eğer benim gibi gaydadan çıkan sesi seviyorsanız dinlemekten zevk alacağınız parçalar. St. Andrew parçasında vokalleri Meg White üstlenmiş.

"Little Cream Soda" ve "Rag and Bone", "Bone Broke" gibi garaj rock parçaları. Melodiler ve rifler akıllıca bulunmuş ve düzenlemeler iyi. Vokaller ise konuşma şeklinde. Bence bu şarkıların tek falsosu var o da orijinal olucam diye biraz ayarın kaçması. Rot Balansı tutturamamışlar gibi geldi bana. Dinleyiciyi üzerinde kaliteli imajı yaratırken aynı zamanda itici geliyor.
"I'm slowly turning into you" ise albümdeki favorilerim arasında. Meg White da bu şarkıda vokallere eşlik etmiş. Klavye tonu ve şarkı arajmanları Led Zeppelin'i çok hatırlattı bana. Gitar tonu ise dahiyane. Meg White'ın sesi ise kışkırtıcı. Karşınızda olsa ve "And i'm slowly turning into you" dese etkilenmeyecek adam tanımıyorum. Burada da parça biterken doğaçlama sololar var. Jack White zaten bu işi iyi yapıyor. Yani o sololar hiç olmasa parçanın bir yeri kesinlikle eksik olurdu.

Catch Hell Blues ise adı gibi blues rock parçası. Gitar rifleri çok akıllıca bulunmuş. Arka plandan yavaş yavaş giren davullarla beraber şarkının girişi mükemmel olmuş. Sırf girişi için bile dinlenilmesi farz olan şarkılardan. Soloların ise çığırtkan ama zibidice olduğunu söylemeliyim. Daha oturaklı bir solo yazılabilirdi bence. Kapanış şarkısı "Effect and cause" ise vasat bir şarkı.

Icky Thump albümü bu sene dinlediğim en özgün rock albümlerinden biri. Değişik bir tarz istiyorsanız ve ayrıca 70lerin sounduna özlem duyuyorsanız bir nebze özleminizi giderebilirsiniz. Müzikle ilgisi yok ama albümün promosyonunun da çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Albüm yayınlanmadan önce şarkıların ön dinletisini dondurma adam şekilde kutularda dağıtmışlar. Ayrıca albüm sınırlı sayıda 512 MB lık USB disklerde satışa sunulmuş. USB disklerin üstü albümün kapağının temasına benzer şekilde Jack ve Meg'in büstlerinin çizimlerinden oluşmuş. Jack White günümüzün iyi müzisyenlerinden biri. Her haliyle zaten belli ediyor kendini. Sırf bu adamın hayatı üzerine apayrı bir yazı bile yazılabilir. Rock müzik adına iyi işler yapıyor. Bence saygıyı hakediyor. Dinlemekte fayda olacağını düşünüyorum. Müzikal kulağınızın gelişeceğine ise kesinlikle inanıyorum. Son olarak bu albümü değişik ortamlarda dinledim. Bunların içinden en çok zevk aldığımın uzun bir otobüs yolculuğu sırasında olduğunu söylemem gerek. 10 üzerinden 7,5.

The Human Abstract - Nocturne (2006)

Şu underground olayı gerçekten iyi ve sağlam gruplar bir şekilde kendilerinden bahsettiriyorlar. Fanların birbirlerine yaptığı grup tavsiyeleriyle kaliteli gruplar kulaktan kulağa yayılıyor. The Human Abstract grubu da benim kulağıma bu şekilde yayılmış bir grup. Amerikalı bir arkadaşımın tavsiyesiyle dinlemeye başladığım bu grup beni etkilemeyi gerçekten başardı. Grubun şu ana kadar yayınlanmış bir albümü bulunmakta. Debut albümlerinin bu kadar başarılı olmasından dolayı sanırım daha uzun bir süre bu grubu duyacağımıza benziyor. Teknik metal lafına açıkçası gıcık olurum. Sanki ruhsuz sadece gösteriş amaçlı bakın biz ne kadar teknik çalıyoruz şeklinde bir hissiyat yaratır bende. Bu gıcıklığımın üstesinden gelebilmiş tek bir grup vardı şu ana kadar o da Ephel Duath idi. Bu İtalyalı kardeşlerimizin yanına şimdi de Amerikalı bu kardeşler ekleniyor.

Grubun müziğini teknik metalcore olarak tanımlarsak yanlış olmaz. Ephel Duath'ın bu kadar iyi olmasını avant-garde öğeler barındırması ve jaz füzyon denilen olayı özümsemiş olmaları olarak değerlendirmiştim. The Human Abstract'ta ise böyle etkilenimler yok. Çok sade bir müzik var. Peki beni etkilemelerinin başlıca sebebi nedir diyecek olursanız, klasik müzik öğelerinin çok başarılı bir şekilde metalcore müziğine yedirilmiş olması derim. Yani grup death metal vokalleri yapsa müzik için melodik death metal bile denilebilir. Bu kadar kategorizasyondan sonra Nocturne albümüne gelelim.

Kayıt kalitesi her amerikalı grupta olduğu gibi çok temiz ve kaliteli. Akustik parçalarda ve partisyonlarda bile seste en ufak bir bozulma veya cızırdama bile yok. Hopeless records bu açıdan iyi bir iş çıkarmış. New Jersey den çıkan işleri hep kaliteli bulmuşumdur. Gerçi grup Los Angeles'tan çıkma olduğu için bu durumu abartmamak da gerekir. Zaten oralı olacaksınız ve kötü bir prodüksiyona imza atacaksınız. Öyle olsa heralde kulağıma kadar gelmezdi bu grup.

Genel olarak albüm klasik müziğin etkisi altında. Her solo ve gitar ritmi klasik müzikten etkilenmiş. Ama tabii ki müziğe metalcore denildiği için kesik gitar ritmli hardcore vokalli partisyonlar da var. Bu kısımları melodik sololarla birleştirmeyi iyi başarmış grup. Bu açıdan şarkı düzenlemeleri grubun işini iyi bildiğini kanıtlıyor. Bunların hepsinin ötesinde ise vokalistin dinlediğim en iyi yeni yeteneklerden bir olduğunu söylemem gerekir. Her türlü ses aralığı gerektiren kısımların üstesinden çok iyi gelmiş. Akustik kısımlardaki ince düz vokallerden çığlık vokallere kadar sesinde gerçekten iyi bir enerji ve duygu yoğunluğu yakalayabiliyorsunuz. Müzikal açıdan ise gitarlar şahlanmış dört nala koşuyor. son dönem grupları arasında bu kadar yoğun komplike gitar sololarını dinlememiştim. İki gitaristin de birbirleriyle olan uyumu mükemmele yakın sanırsınız 20 senedir birbirleriyle çalıyorlar. Davullar ise teknik müzik nasıl yapılır dünya aleme duyuruyor. Zaten metalcore gruplarının çoğunun özelliği şahane davul ritmlerinin ve bunları çalabilen davulcularının olması. Özellik davulcu Echelons to Molotovs şarkısında tüm hünerlerini sergiliyor. Albümün, dinlerken, klasik müzik etkisi yaratmasının bir başka sebebi de aralara serpiştirilen akustik interlude denilen kısımların olması. Albümün geneline yayıldığı için bütünlüğü koruma işi başarılmış. Bence albümün tek eksiği bas gitarın çok az şarkıda kendini belli etmesi. Akustik parçalarda ve çok az şarkıda kendise ait kısımlar var. Bu kadar teknik müzikte bas gitarın daha ön planda olmasını isterdim. İşte bu noktada Ephel Duath çok daha iyi bir konumda. Baslar kesinlikle kötü değil yanlış anlaşılmasın ama sadece altyapıyı tamamlama konusunda iyi iş çıkarmış. Belki gitaristlerin bu kadar baskın olmasından dolayı kaynaklanıyordur tam olarak bilemiyorum. Müziğin bir başka enteresan tarafı piyanonun kullanılması. Açıkçası ben bu konuda muhafazakar biriyimdir. Neyseki sadece akustik kısımlarda piyano var. Bu konuda müziğin içine edilmemiş çok şükür. Albümdeki her parça çok iyi. Bu açıdan da artı bir not aldı benden. Kötü bir parça yok. Albümün şarkı standartı da yüksek olunca kötü parça beklenmesi hatalı oluyor. Benim favorilerim ise Nocturne, Channel Detritus ve Echelons to Molotovs. Bir başka dinleyici için diğer parça favori olabilir. Öyle bir albüm yani.

Böyle güzel bir grubu keşfettiğim için kendimi şanslı sayabilirim. Neyseki grubu ilk albümleriyle beraber dinleme fırsatım oldu. Bundan sonra çıkaracağı albümlerin de bu kadar iyi olacağını düşünüyorum. Grup için beklentilerim yüksek. Teknik metal ve klasik müziğin harmanlandığı bir grup istiyorsanız The Human Abstract sizin için hoş bir süpriz olacaktır benim için olduğu kadar. Teknik Metal lafına beni biraz daha alıştırdığı için gruba teşekkür ediyorum.

The Human Abstract:
A. J. Minette: Gitar/Piyano
Dean Herrera: Gitar
Nathan Ells: Vokal
Brett Powell: Davul
Mike Nordeen: Bas

Nocturne:
1. "Harbinger": 4:31
2. "Self Potraits of the Instincts": 3:24
3. "Nocturne": 3:29
4. "Crossing the Rubicon": 5:10
5. "Sotto Voce": 1:34
6. "Mea Culpa": 3:32
7. "Movement from Discord": 4:07
8. "Channel Detritus": 5:27
9. "Polaris": 4:23
10. "Echelons to Molotovs": 2:36
11. "Desiderata": 3:54
12. "Vela, Together We Await the Storm": 4:36

Toplam: 46:39

Testament - The Formation Of Damnation (2008)

Testament ile olan sımsıkı ve sarsılmaz ilişkimin başlangıç noktası "Low" albümüdür. Low albümünü dinlediğimden beri Testament favori gruplarımın arasındadır. Thrash dinleyen biri Testament'ı sevmemezlik edemez. Electrocute ile zaten yeterince gruba olan saygımızı göstermişliğimiz de vardır. Dile kolay; The Gathering albümünün üstünden 9 yıl geçti. The Gathering all-star bir kadroyla yapılan müthiş bir albümdü. Aradan 9 yıl da geçince beklentiler her kesimden çok arttı. "The Formation of Damnation" benim beklentilerimi yeterince karşıladı.

Grup 9. stüdyo albümü TFOD orijinale en yakın kadrosuyla çıkardı. Lead gitarda Alex Skolnick, Basta Greg Christian ve davulda eski Slayer elemanı Paul Bostaph ile 9 yılın acısı yeterince iyi bir şekilde çıkarılmış. Albüm 1 intro artı 10 şarkıdan oluşuyor.

Albüm genel olarak "The Gathering"in kaldığı yerden devam ediyor. Parçalar modern thrash soundunun örnekleri arasında. Grubun Chuck Billy ile beraber diğer beyni Eric Peterson death metal ve hatta yer yer black metal melodilerini yan grubu Dragonlord'un etkisiyle olsa gerek, parça altyapılarına iyice yedirmiş. Albümün genelinde Eric'in etkisi çok fazla bunu ilk dinleyişte Eric'in müzikal kimliğine alışkın olan kişiler hemen hissedecetir. Alex Skolnick'in dönüşü bence grubun sounduna pek fazla etki etmemiş. "The Ritual"deki gibi bir etkiden bashetmek söz konusu değil. En büyük etkisi "The Gathering"e göre daha fazla gitar solosu olması ve şarkıların bazı noktalarında Skolnick patentini hissettirmesi. Paul Bostaph kolundaki sakatlığından sonra harikulade bir dönüş yapmış. Tuşeleri çok sağlam hiç bir falso yok. Gerçi bu noktalar zaten üst düzey bateristler için tartışılmayacak noktalar ama adam sakatlıktan geldiği için bashetmek gerek. Greg Christian D.D. Verni ile thrash metalin en iyi basçılarından bir tanesi ama bu albümde pek etkisini hissetmedim. Sadece son parçada yeteneğinden bir demet sunuyor. Chuck Billy zaten "Low" döneminden beridir edindiği death metal vokallerini burada da konuşturuyor. Adam yaşlanmasına rağmen vokal kabiliyetinden hiçbir şey kaybetmemiş. Taktir etmemek elde değil. Şarkı sözleri biraz garip olsa da genel anlamda Chuck'ın vermek istediği mesajlar anlaşılıyor. Miksaj kısmı iyi olmuş ama mastering kısmında bence Andy Sneap iyi bir iş başaramamış. Davul kickleri ve baslar yutulmuş. Gitar ve vokallerde herhangi bir sorun yok ama "First Strike Still Deadly" albümündeki mükemmele yakın sounda ulaşamamışlar. Sound o yüzden yeterince öldürücü değil.

Albüm "For the Glory Of..." introsu ile başlıyor. Güçlü bir başlangıç. Albüm boyunca headbang yaptıracağını hissettiriyor. Skolnick aralara soloları yerleştirmiş hemen. Devamında "More Than Meets The Eye" hız kesilmeden devreye giriyor. Chuck'ın heyecan dolu ve güçlü vokali dinleyiciyi havaya sokmakta başarılı. Aksak ritmli çift kroslar, beyne nişan alan thrash ritmler ve Skolnick ve Peterson solo atışmarıyla bence albümün en çok öne çıkan parçası. "The Evil has Landed" parçası nev york kulelerine yapılan saldırıları ele alan death metal çığlıklarına rastlayacağımız, klasik Skolnick sololarını barındıran karakteristik bir Testament parçası. Albümle aynı adı taşıyan "The Formation Of Damnation", death metal vokaliyle thrash metalden çok death metale kayan ırak savaşı karşıtı bir çalışma. Parçanın ortasındaki kesik savaş ritmli bölüm Chuck'ın vokaliyle müthiş bir hal alıyor. Melankolik solo da afyon kaymağı niteliğinde.

"Killing Season" savaşa giden bir askerin düşüncelerini anlatan bir şarkı. Ritm gitarın tek başına bölüm aralarını doldurması ve trampet ve altoların etkili çalınması şarkıyı benim gözümde iyiler arasına koyuyor. Arkasından gelen Afterlife ise ikinci favori şarkım. Parçadaki akıcı ritm gitarlar ve özellikle nakarat kısmı çok leziz. Bu albümde, bu şarkıyla özellikle, dikkatimi çeken bir nokta solo kısımların başlamasından önce şarkıların birden hızlanması ve davullarla beraber hafif karmbol bir hal alması. Ardından da solonun öldürücü darbeyi vurması. "F.E.A.R" şarkısı ise Chuck'ın neden bu kadar iyi bir vokalist olduğunu kanıtladığı şarkılardan bir tanesi özellik sonundaki FEAR çığlıkları ve kükremesi gerçekten korkutucu! Kapanış şarkısı "Leave Me Forever" ise albümdeki tüm elementleri bir arada toplayan bir parça. Akılda kalıcı ritmleri ve melodileriyle iyi bir kapanış parçası. Chuck death metale geçtiğinde zaten insanın gaza gelmemesi mümkün değil.

Sonuç olarak TFOD iyi bir albüm. Her thrash severin rahatlıkla dinleyeceği kaliteli bir yapım. Yılın şu ana kadarki dinlediğim en iyi albümlerinden bir tanesi. chuck Billy ve Eric Peterson iyi bir prodüksiyona imza atmışlar. Bay Area Thrash'inin bence şu anki tek temsilcisi Testament'ın bu karakteristik son albümünü alın ve dinleyin.

Testament:

Chuck Billy: Vokal
Eric Peterson: Ritm, Lead Gitar
Alex Skolnick: Lead Gitar
Greg Christian: Bas
Paul Bostaph: Davul

The Formation Of Damnation:

  1. For the Glory of... : 1:12
  2. More Than Meets the Eye : 4:31
  3. The Evil Has Landed : 4:44
  4. The Formation of Damnation : 5:10
  5. Dangers of the Faithless : 5:47
  6. The Persecuted Won't Forget : 5:49
  7. Henchman Ride : 4:00
  8. Killing Season : 4:52
  9. Afterlife : 4:13
  10. F.E.A.R. : 4:46
  11. Leave Me Forever : 4:28

Stone Sour - Come What (ever) May (2006)

Stone Sour ,bilmeyenler için, Slipknot'ın vokalisti Corey Taylor'ın diğer grubudur. Ayrıca grupta Slipknot'ın gitaristi James Roots gitarda, diğer gitarda Josh Rand, basta Shawn Economaki ve davulların başında yeni isim Roy Mayorga bulunmaktadır. Grubun müziği brutal, duygusal, enerjik, zaman zaman nefret dolu, zaman zamansa temel rock öğelerine sonuna kadar sadık kalmış bir sounddan oluşmaktadır. Bu kadar değişik elementleri grup çok iyi harmanlayıp dinleyiciye sunmayı başarmıştır.

Albüme gelecek olursak bu albüm grubun 4 yıl aradan sonra yayınladığı ikinci albümdür. Grup ilk albümüyle grammy ödüllerine aday gösterilince bu albümdeki beklentiler tabi ki çok arttı. Kanımca Corey baba ve ekibi bu beklentileri fazlasıyla karşıladı.

Albüm açılış parçası 30-30-150 ile sizi sıkı bir albümün beklediğini kanıtlıyor. Albümün aynı zamanda ilk single'ı olan parça dozunda kullanılmış distorsiyon gitarları, akılda kalıcı nakarat kısımlarıyla insanı istemeseniz de headbang yapmaya davet ediyor. Ardından gelen albümle aynı adı taşıyan Come What (ever) May, Hell and Consequences parçalarıyla enerji ve hız aralıksız devam ediyor. Sillyworld parçasının girişinde birden yavaşlayıp neye uğradığınızı anlamadan birden müthiş riffler ile headbange devam ediyorsunuz. Made of Scars ve Your God parçlarında bashettiğim temel rock öğelerini farkediyorsunuz. Biraz deneyselliğinde bulunduğu bu parçalar kendini sıkmadan dinletebiliyor. Bu iki parçanın arasındaki albümün altıncı parçası olan reborn ise bence albümün en iyi parçası. Hız, brutallik, enerji, müthiş gitar riffleri herşey var bu parçada.

Sekizinci parça olan Through Glass parçası ise tam anlamıyla insanı dumura uğratıyor. Demin deliler gibi böğüren bu adam nasıl olurda bu kadar duygusal bir parça söyleyebilir diyorsunuz. Corey baba kendisine yöneltilen distorsiyonsuz birşey yapamaz eleştirilerine en iyi cevabı bu parçada veriyor. Mükemmel bir ballad. Klibini izlemenizi ise kesinlikle tavsiye ediyorum harikulade bir klip olmuş. Netten bulun, Mtv'yi açın ama izleyin. Albümdeki diğer parçalar ise tam anlamıyla modern rock parçaları. Son parça olan Zzyxz Rd. piyanonun kullanıldığı duygusal bir çalışma. Corey Taylor bu parçada ve Through Glass parçasında istese ne kadar duygusal olabileceğini bize gösteriyor.

Corey Taylor açıklamasında Stone Sour'un kesinlikle bir yan proje olmadığını hatta 2006 ve 2007 yıllarını Stone Sour ile geçireceğini açıkladı. Albümü kesinlikle her tarz rock müzik dinleyecisine tavsiye ediyorum. Benim notum albüme, on üzerinden sekiz.

Come What (ever) May
1. 30/30-150
2. Come What(ever) May
3. Hell & Consequences
4. sillyworld
5. Made Of Scars
6. Reborn
7. Your God
8. Through Glass
9. Socio
10. 1st Person
11. Cardiff
12. Zzyzx Rd


Stone Sour
Corey Taylor - vocals
James Root - guitar
Josh Rand - guitar
Shawn Economaki - bass
Roy Mayorga - drums

Static X - Cannibal (2007)

Sonunda benim tayfadan kulağımın pasını alacak bir albüm çıktı. En sevdiğim gruplardan olan Static X'in 2 yıl aradan sonraki yeni albümü raflardaki yerini aldı. Albümü ilk dinlerken çok heyecanlıydım. Çünkü grup yaptığı her albümle beğenimi kazanmasını biliyor. İlk albümleri Wisconsin Death Trip Amerika'da 1 milyon satıp platin plak kazanınca herkesin ilgisi grubun üstünde yoğunlaştı. Müzik eleştirmenleri grubun yayınladığı son albümleri genel anlamda beğenmedi. Ben ise tam tersi olarak Shadow Zone ve Beneath Between Beyond... albümlerine taparım. Static X'in gönlümdeki yerleri bu albümlerle iyice kazınmış durumdadır. Son albümlerinin beni bu kadar şaşırtacağını ise düşünmezdim. Static X bilmeyenler için endüstriyel metal müzik icra eden bir grup. Bazıları tarzları için dans metali de diyor. Grubun çizgisi bu yüzden belli kalıplar içinde olmuştur. Bu son albüm ise grubun şu ana kadar ki yaptığı en metal albüm. Albümün bir diğer özelliği ise şarkılarda sağlam soloların olması. Bu iki durum Static X'in müziğine yeni bir boyut getiriyor. Bu durumdan dolayı bence kariyerlerinin en iyi albümü Cannibal olmuş oluyor.

Şu ana kadar hiç bir zaman aynı kadroyla iki albüm üst üste albüm yayınlamamış bir grup için 2005 tarihli Start A War ve 2007 tarihli Cannibal albümünü aynı kadronun yayınlaması grupta gerçekten pozitif bir etki yaratmış. Orijinal gitarist Koichi Fukuda'nın sübyancı Tripp Eisen'in hapse düşmesinden sonra gruba tekrar katılması grubun müziğine level atlatmış. Grubun beyni Wayne Static daha çok vokallere yoğunlaşmış ve Gitar partisyonlarının yazılmasında Fukuda'nın büyük katkısı olmuş. Wayne'nin üstünden büyük bir yük kalkınca daha iyi şarkı sözleri ve daha iyi bir müzik ortaya çıkmış. Oturmuş bir kadronun daha iyi bir müzik yaptığını savunmamı destekliyor. Bakın çok büyük grupların hepsi çok az eleman değişikliğine gitmiştir. Zırt pırt eleman değişikliği yapmazlar. Yaptıkları an silinip giderler.

Cannibal albümünün kariyerlerinin en iyisi durumuna gelmesinin nedenlerini biraz daha irdeleyelim. Öncelikle albümdeki gitar rifleri grubun şu ana kadarki yaptığı en sert ve hızlı rifler. Gitar soloları ise gerçekten çok iyi. Yani bir endüstriyel metal grubundan ne beklenebilir ki bu alanda. Olsa olsa basit nu-metal tarzında sololar vardır ancak. Halbuki durum tam tersi. Gerçek metal soloları, sweeplerle dolu, wah-wahlı melodik ve aynı zamanda sert. Ayrıca sololar buram buram amerikan stili kokuyor. Dans metalinde bu tarz soloların ne işi olur ki. Pişmiş kelle gibi sırıtır. Hiç alakası yok. Grup müziğin altyapısına çok iyi yedirmiş. Böylece şarkılar sololarla bir bütün haline gelmiş. Endüstriyel samplelarla, ritmlerle, sağlam gitar riflerinin birleşmesi, şarkıların sade ama odaklı ve efektif olması ve size bu müzikle dans edebilme imkanı vermesi kalitenin anahtarları konumunda. Wayne Static şahsının dış görünüşü bilmeyenler için çok ilginçtir. Havaya dikilmiş upuzun saçlar, bu upuzun saçlardan daha uzun sakallar adamı taktir etmenizi gerektirir. Adam kasmış ve uzatmış ve kendine has bir stil yaratmış. Bir "frontman" de olması gereken herşey var. Wayne'in vokalleri ise hep agresif ve boğazını yırtarcasına olmuştur. Öfkeli ve duygulu bu vokaller grup için hep artı bir puandır. Wayne, Cannibal albümünde vokaller üzerinde çok çalışmış. Basçı Tony Campos'un death metal tarzındaki geri vokallerinin desteğiyle ortaya şahane vokal denemeleri çıkmış. İnsan ister istemez gaza geliyor. Grubun en büyük özelliği ve bence artısı akılda kalıcı, insanı yakalayan elektronik ritmler bulması. Bu albümde de elektronik ritmler dans etmenizi sağlayabilecek nitelikte.

Albüm Cannibal ile açılıyor. Wayne vejeteryan bir arkadaş o yüzden biz etçillere giydirmeler var şarkıda. Kulakları patlatacak sertlikte başlıyor şarkı. Klasik bir numara. Ardından elektronik bir sample girişi ve sentezleyici etkisiyle devam ediyor. Klasik Static X gitarları giriyor. İlk dikkatimi çeken daha iyi bir Wayne vokali biraz daha sert. Şarkı ortasında solo giriyor. Aman tanrım bu nereden çıktı. Solo devam ediyor. Hayret verici sweepler var ve kısa değil devam ediyor. Albümün beni şok etmesinin başlıca sebebi. Şarkı başlangıçtaki sert girişteki sözler ile bitiyor tek farkı araya soloların serpiştirilmesi. Süper gaz bir başlangıç şarkısı.

İkinci parça No Submission ise beni dumura uğratmaya devam ediyor. Speed Metal rifiyle başlayan parçanın davul atakları çok güçlü. Davulların dans ritmine dönmesiyle beraber elektronik öğeler hemen devreye giriyor. Bu parçada gitaristlerin uyumunu çok tuttum. Hanneman/King kadar olmasa da dengeyi iyi tutturmuşlar. Şarkının solosu çok akıllıca yazılmış. Tiz ama davetkar. Speed metalin endüstriyel metal ile buluşması denilebilir bu parça için. Ayrıca bu şarkı SAW III filminin soundtrack'inde de bulunuyor.

Güzel bir tekno ritm ile başlayan Behemoth, Wayne'in vokalleriyle adı gibi dev bir yaratığa dönüyor. Bu adamın kalın ve tok vokali, çiğ ve aynı zamanda öfke saçıyor. Bu tarz vokali daha fazla kullanmasını temenni ederim. Şarkı iki yerde duruyor. İlkinde düz vokalli bir geçiş var. İkincisinde ise harika bir elektronik solo devreye giriyor. Soloyla transa geçip dans edilebilir. Müthiş bir sound elde etmişler.

Chemical Logic şarkısına thrash ve speed metal yapıları hakim. Davulundan basına tam bir speed-thrash metal şarkısı. Endüstriyel etkiler ise vokalde devreye girmiş. Vokalde elektronik etkiler var. Hatta tamamen elektronik cızırtılardan yapılmış vokaller var. Karambol bir solodan sonra elektronik bir interlude denilen bölüm giriyor. Geri vokallere hasta olduğumu belirtmeliyim. Benim de kafamdaki geri vokal mantığı bu şarkıda hayat bulmuş. Albümdeki favori şarkılarımdan bir tanesi.

Albümün Cannibal haricindeki diğer single'ı Destroyer ise pek fazla sevmediğim bir parça. Çok güzel bir solosu var, şarkı sözleri fena değil ama ben pek sevmedim. Belki orta tempoda bir şarkı olmasından belki de nakarat kısmının çok klasik olmasından. Vasat bir şarkı.

Electric Pulse durmayan elektro gitarıyla, albümün en iyi gitar solosunu barındırmasıyla, ekolu Wayne vokaliyle ideal şarkılardan bir tanesi. Bu adamların bu kadar iyi solo yazabileceği hiç aklıma gelmezdi. Vallahi yiğidi öldür hakkını yeme demiş atalarımız.

Cuts You Up ise ilgiyi hakeden diğer şarkılardan bir tanesi. Melodik bir gitar solosu içeren şarkıda elektronik etkiler en alt seviyede. Aksak ritmi bir metal şarkısı. Şarkı sözlerinden de anlaşılıyor ki pek eleştiriye açık değil. Saygıyla eyvallah diyorum. Diğer şarkılar albümün havasını koruyan benzer parçalar. Pek ekstrem bir durumları yok. Şarkıların süreleri kısa. Bu Static X'teki genel bir durumdur. Bu tarz müzik de bence kısa şarkılardan oluşmalı.

Static X kariyerinin en iyi albümünü yaparak iyi bir sükse yaptı. 2007 yılı benim için müzikal anlamda süper başladı ve süper devam ediyor. İnşallah bu durum bozulmaz hep böyle kaliteli albümler dinlerim. Static X'i yakından bilenler hemen birşeyi farkedecekler. Cannibal grubun beşinci stüdyo albümü(Beneath Between Beyond hariç) ve ilk kez Otsego ile başlamayan bir şarkı var. Otsego Michigan yakınlarında bir küçük şehir. Wayne şehrin depresif ve sıkıcı bir yer olduğunu belirtiyor. Onunla ilgili şarkılar yapması bu yüzden. Albümü arabama koyup gaza gelip dinleyeceğim. Umarım kaza yapmam.

Static X:
Wayne Static: Vokal/Gitar/Programlama
Tony Campos: Bas/Geri Vokal
Koichi Fukuda: Gitar/Klavye/programlama
Nick Oshiro: Davul

Cannibal:
01. Cannibal ( 3:13)
02. No Submission ( 2:41)
03. Behemoth ( 3:00)
04. Chemical Logic ( 3:51)
05. Destroyer ( 2:45)
06. Forty Ways ( 3:00)
07. Chroma-Matic ( 2:44)
08. Cuts You Up ( 3:26)
09. Reptile ( 2:30)
10. Electric Pulse ( 2:40)
11. Goat ( 3:48)
12. Team Hate ( 3:24)
Toplam: 37:02

Ozzy Osbourne - Black Rain (2007)

Ozzy Osbourne bir çoğu gibi benim içinde yaşayan en önemli insanlardan bir tanesi. Tam anlamıyla yaşayan bir efsane. Sesiyle, müziğiyle ve şarkı sözleriyle beni en çok etkileyen sanatçılardan bir tanesi. Dio sevenler kızacaklar ama benim için sadece bir tane Black Sabbath var o da Ozzyli Black Sabbath. Böyle diyerek ne kadar fanatik bir Ozzy sever olduğumu siz anlayın.

Şimdi de karşımızda 6 yıl aradan sonra yeni bir Ozzy albümü var. Black Rain klasik bir Ozzy albümü. Ozzy müziği yeniden şekillendirmiyor. Ateşi yeniden bulmuyor ya da tekerleği icat etmiyor. Ama bize solo kariyerinin başından beridir sunduğu şeyi sunmaya devam ediyor. Durum böyle olunca benim gibi Ozzy severlerin kulaklarının pasları siliniyor.

Black Rain albümünün soundu diğer albümlerine göre biraz yumuşak olmuş. Zakk Wylde bize alıştırdığı ağır ve komplike rifleri çok fazla kullanmamış. Tabii ki çok kullanmamış demek gitaristin albümdeki ağırlığının ve etkisinin yanlış anlaşılmasına sebep olabilir. Yani bu Zakk Wylde! Etkisi ne kadar az olabilir ki? Bize yine karanlık ve atmosferik gitar rifleriyle soloları sunuyor tabii ki. Ozzy Osbourne'un sesinde artık nihayet bozulmalar olduğu farkediliyor. Zaten farkedilmeseydi bu adam uzaylı diyecektim. Gerçi 60 yaşında biri için mükemmele yakın bir sesi var. Ama filtreden geçirilmesine rağmen o ince ve melankolik sesinde bir ya da iki oktavlık değişim kulaklardan kaçmıyor. Sesi artık yaşlanma belirtileri göstermiş yani. Baslar eskisine göre biraz geri planda kalmış. Black Sabbath tarzına yakın bir iki şarkı var. Açıkçası Jason Newsted hala Ozzy için çalsaydı daha farklı olabileceği aklıma gelmiyor değil. Yine de Rob Zombie'den transfer edilen Rob "Blasko" Nicholson verilen görevi yerine getiriyor. Mike Bordin yine tuşeleri sağlam davul partisyonlarını sıralıyor. Ne etkisi çok az ne de aşırı. Olması gerektiği gibi. Prodüksiyonun başında Kevin Churko ismini farkettim. Birkaç şarkının yazılma aşamasında da katkısı bulunmuş. Bu şahsiyeti biraz araştırdığımda bilimum popçularla çalışmış olduğunu gördüm. Britney Spears, Shania Twain, Celine Dion gibi isimlerle çalışmış. Ozzy baba böyle bir ismi seçtiğine göre bir bildiği vardır. Ama soundun biraz yumuşaması da bu prodüktörün etkisinden dolayı olabilir. Albümdeki Counting Down, Not Going Away ve Lay Your World On Me şarkıları Ozzy'nin eşi Sharon'ın kanserle verdiği mücadeleyi anlatana ona ithaf edilen şarkılar. Açıkçası albümün havası da bu durumdan çok etkilenmiş.

Albümün açılış parçası Not Going Away bilindik bir Zakk Wylde numarası ile açılıyor. Groovy baslar ve gitar rifleri Sharon Osbourne'un mücadelesine destek veriyor. Bu şarkıda Ozzy kendisinde patenti bulunan koro partisyonlarından bir demet sunuyor. Şarkının solosu ise buram buram Zakk kokuyor. Bu kadar karakteristik olur yani. Şarkıda şu kısmı çok sevmedim sadece. O da son kısma geçmeden önce Ozzynin derinden "I'm not going away" dediği kısım Ozzy'ye yakışmayacak derecede bilindik ve sıradan olmuş.

İkinci şarkı I Don't Wanna Stop ise radyoların en fazla çalacağı şarkılardan bir tanesi zaten çıkış şarkısı da bu. Bu şarkı da bir başka karakteristik Ozzy şarkılarından bir tanesi. Yani Ozzy bu şarkıyı 15 yıl önce yayınlasa kimsenin bir itirazı olmazdı. Şarkı bu derece Ozzy şarkısı. Zakk Wylde bu şarkıda da dikkatimi çektiği üzere sololarını kısa tutmaya başlamış. Eskiden daha uzun sololar yazardı. Efektif sololar tabi ki ama biraz kısa geldi bana.

Albümle aynı ismi taşıyan Black Rain parçası savaş karşıtı bir şarkı. Özellikle ırak savaşı karşıtı bir şarkı. Zaten Ozzy albüm yapacak ve savaş karşıtlığını özellikle son dönemden sonra dile getirmeyecek! Bir nevi karanlık bir şarkı. Atmosferi gitar sounduyla ve vokaliyle karamsar bir parça olmuş. Heralde savaşlarda kanın su gibi akması Ozzy ve tayfasını yeterince karamsarlığa itmiş olsa gerek.

11 Silver parçası ise en çok Black Sabbath dönemlerine yakışan şarkılardan bir tanesi. Belki bunda Geezer Butler tadındaki bas partisyonları etkili olmuştur. Albümün ortalamasına göre hızlı bir parça. Harika gitar solosuyla beni çok etkiledi bu parça. Paranoya ve uyuşturucu üzerine yazılmış bir şarkı olması da Ozzy'nin iyi bir performans göstermesine sebep olmuştur.

Kapanış parçası Trap Door ise bence albümün en iyi şarkısı. Şarkı düzenlemeleriyle, marş niteliğindeki gitar ve davul bölümleriyle ayrıca özellikle Vokal bölümlerinin gitar ile uyumuyla mükemmel bir parça. Zakk Wylde bu parçaya harika gitar rifleri doldurmuş. Ozzy ise kapanış parçası olduğundan mıdır nedir albümü iyi bitirelim diye sanırım çok sağlam bir performans ortaya koymuş.

Black Rain beni yeterince tatmin etti. Ozzy fanıysanız sizi de tatmin edecektir. Zaten biz Ozzy severler, Ozzy'den yeni bir yola girmesini istemeyiz. Bu saatten sonra kalkıp yeni bir tür mü yaratacak adam? icat ettiği heavy metali yapacak. Black Rain de modern bir soundla karşımıza çıkan heavy metal bir albüm. Ozzy'den kalkıp endüstriyel, gotik, senfonik zart zurt bekliyorsanız bu albümü dinlemeseniz de olur. Ama Ozzy'i ben böyle seviyorum diyenlerdenseniz bu albüm hoşunuza gidecektir. Black Rain ayrıca Ozzy'nin sarhoş değilken yaptığı ilk albümmüş. Bence bu albümü önemli yapan unsurlardan bir tanesi de tahminince Ozzy'nin bundan sonra başka bir albüm yapmayacağıdır. Umarım yanılırım.

Black Rain:
1. "Not Going Away" 4:32
2. "I Don't Wanna Stop" 3:58
3. "Black Rain" 4:42
4. "Lay Your World On Me" 4:16
5. "The Almighty Dollar" 6:57
6. "11 Silver" 3:42
7. "Civilize the Universe" 4:43
8. "Here for You" 4:37
9. "Countdown's Begun" 4:53
10. "Trap Door" 4:03

Toplam: 46:30

Nothingface - Skeletons (2003)

Nothingface ülkemizde ve dünyada pek fazla bilinmeyen bir grup. Hakettikleri ilgiyi ve saygıyı bulamamış gruplardan bir tanesi. Bunun nedenleri arasında grubun ne yazık ki tam olarak müziğe yüzde yüz konsantre olamaması sayılabilir. Adamlar kayıt için stüdyoya girecekken gitaristin annesinin ölmesi, basçılarının eşinden sancılı bir boşanma süreci yaşaması, tam o sırada da vokalistin evinin elektrik prizindeki kaçak yüzünden tümüyle yanması grubun çok talihsiz dönemlerinin olduğu gösteriyor. Tüm bu şansızlıklara rağmen grup Skeletons gibi bir albüme imza atmayı başarmış.

Grubun soundunun nu-metal olduğu düşünülebilir ama bana göre nu-metalden çok daha fazlası var grupta. Alternatif metal demek daha doğru olur. Şarkı sözleri ve vokalleri bakımından bir nu-metal grubu gibi demek büyük bir hata olur. Pantera stilindeki groovy öğelerin bulunabileceği, gerçekten heavy gitarların ve brutal vokallerin bir arada bulunduğu bir grup.

Skeletons albümünü tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, kızgın, nefret dolu, saldırgan bir albüm demek yerinde olur. Skeletons albümü grup üyelerinin kızgınlıklarını, öfkelerini, özlemlerini müzikal ve liriksel olarak en iyi şekilde bize sunuyor. Gitar riffleri başınıza çekiç gibi sert şekilde vururken, akustik ritmler duygusal sularda yüzmenizi sağlarken ve brutal vokaller odanızdaki herşeyi parçalamanızı teşvik ederken öfke dolu olmamanız mümkün değil.

Vokalist Matthew Holt'un mükemmele yakın bir sesi var. Death metal ve grindcoreculara taş çıkartacak brutallikte şarkı söylerken, Audioslave'den Chris Cornell gibi duygusal olabiliyor. Bas ve davulların cezalandırıcı enerjisi, kulaklarınızın pasını almaya yetiyor. Gitarların harika uyumu, teknik gitar rifflerinin yanında melodik ritmler ve kışkırtıcı gitar tonları kızgınlığınızın artmasına ve albümün havasına girmenizi kolaylaştırıyor.

Bu tarz agresif gruplarda şarkı sözleri çok çocuksu olur, fazla birşey vermez dinleyiciye. Skeletons albümündeyse durum tam tersi. Grup Washington bölgesinden çıkma olduğu için şarkı sözlerindeki politik saldırılar yeterince fazla. Bush ve polis-devlet mantığına giydirmeler harika. "Ether" ve "I wish I was a Communist" şarkıları bu serzenişte baş rolü üstleniyorlar. Liriksel olarak bu kadar hiddet dolu iken aynı zamanda tutkulu ve saf duygu yüklü olabiliyorlar. Şarkı sözlerinin bu kadar akıllıca yazıldığını çok az grupta gördüm.

"Murder is Masturbation" benim favori şarkım. Hani bazen tek başınıza kalırsınız, kızgın olduğunuz bir dönemdir, karşınızdaki gereksiz kişiyi öldürmek istersiniz. İşte bu şarkı sizin için yazılmıştır. Şarkının bölümleri arasındaki geçişler, vokalin ustalığı hepsi bu şarkıda mevcut. Ayrıca akustik kısımdan distorsiyonlu kısma geçişteki davul partisyonlarının ustalığı takdire değer nitelikte.

"Ether" ise tüm albümü özetler nitelikte. Albümün tüm altyapısını ve havasını bu şarkı bir arada toplamış. "He wants us to revolt to set the world on fire. We wont to show restraint because we like the violence. We are security wrapped in our brutality." sözleriyle bu şarkıda emperyal bir ulusa duyulan kızgınlık anlatılıyor. Bu şarkıda ayrıca hiç brutal vokal yok.

"Patricide" parçası bas ve gitar introsunun üstüne vokalin girmesi ile çok şık olmuş. Ayrıca bu şarkının ve "Here Comes the Butchers" ile "I am Him" şarkısının gitarları ustalık işi kesinlikle. Bu şarkılardaki davul kickleri çok iyi kaydedilmiş. Bu da gözüme çarpan bir başka nokta.

Akıllıca yapılmış, öfkeli, agresif, kinci bu albümü kızgın olduğunuz zamanlarda dinleyin derim. Yazının başındaki nu-metal kavramı sizde bir önyargı oluşturmasın. Nu-metal de böyle icra ediliyor muydu dedirtecek kadar başarılı. Albüm tüm vücudunuza yumruklar atacak kadar sert. Brutal müziği sevenlerin kaçırmaması gereken bir albüm. Albüm kapağını ayrıca sevdiğimi söylemeliyim. Ne yazık ki Nothingface bu albümden sonra dağıldı ve 2005'te tekrar toplandı. Yeni albümlerini çıkaracaklar merakla beklemekteyim. On üzerinden sekiz.

Nothingface:
Matthew Holt: Vokal
Tom Maxwell: Gitar
Bill Gaal: Bas/Klavye
Tommy Sickles: Davul

Skeletons:
1. "Machination" : 4:00
2. "Beneath" : 3:33
3. "Murder Is Masturbation" : 3:55
4. "Ether" : 3:43
5. "I Wish I Was a Communist" : 4:03
6. "In Avernus" : 3:28
7. "Patricide" : 3:56
8. "Here Come the Butchers" : 2:59
9. "I Am Him" : 4:05
10. "Scission" : 3:06
11. "Big Fun at the Gallows" : 3:56
12. "Incarnadine" : 3:45
13. "All Cut Up" : 3:38

Toplam: 48:07

Norther - No Way Back EP (2007)

Bu grupla tanışmam tamamen tesadüf eseri oldu. Norther grubunun yeni EP'si yayınlandı haberini çoğu sitede zırt pırt görünce dur bakalım neyin nesiymiş bu grup diye araştırmaya giriştim. Öncelikle size şunu belirtmek isterim diktatör kardeşlerimin aksine(?) ben Children of Bodom grubunu çok severim. Death/Black/Power Metal fikri çok hoşuma gider. Son iki albümünü beğenmesem de pek grubun bende yeri ayrıdır. 2000 tarihli Follow The Reaper benim kişisel ilk 10 albümüm arasındadır. Norther grubunu dinlediğimde açıkçası şaşırdım, C.O.B. mu dinliyorum acaba diye. C.O.B.'dan çok fazla etkilenmiş bir grup. Nedenini merak edip araştırdığımda Norther grubunun 1994'te kurulmasına ön ayak olan kişinin Bodom'dan Alexi olduğunu öğrendim. Grubun beyni gitar/vokal Petri Lindroos bile Alexi'ye tip olarak çok benziyor. Grubun ilk albümü ise 2002 yılında ancak çıkıyor. Grubun müziği melodik death metal olarak adlandırılabilir. Tabii ki, Black ve Power Metal etkileri yeterince fazla. Finlandiyalı bu kardeşlerimizin son albümleri ile Finlandiya'da bayağı bir popüler olmaya başladığını öğrendim. Bu çıkardıkları son EP ile bence daha da popülerleşecekler. EP'leri dinlemek her zaman hoşuma gitmiştir. Çok fazla şarkı yoktur ama albenisi hep daha fazladır. Gruplar en iyi şarkılarını koyarlar. Şunu demek istiyorum; bu EP'de beş tane şarkı var. Norther elemanları bir 5 tane daha üzerinde çok uğraşılmayan şarkı yapıp, EP'deki şarkıların arasına serpiştirip, iyi sayılabilecek bir albüm yapabilirdi. Bu yüzden EP'lere çok sıcak bakan biriyim. Bu EP'nin prodüksüyonu çok iyi olmuş. Zaten Finlandiyalılar bu işi çok iyi kotarıyorlar. Bu yüzden bu, Finlandiyalıları değerlendirirken bir artı değil, normal bir durum.

EP, Frozen Angel adlı şarkıyla başlıyor. Güzel bir klavye melodisi ile başlayan şarkı, çığlık vokalin girmesiyle ivme kazanıp, Bodom tarzında devam ediyor. Güzel birkaç riff var. Şarkının nakaratları temiz vokallerden oluşuyor. Bu benim hoşuma gitti çünkü temiz vokalleri üstlenen Kristian Ranta'nın tok bir sesi var. Klavye ve gitar sololarından sonra, şarkının en son nakarat kısmı ise biraz ilginç olmuş, şöyleki çalan müzik klavye ve sentezleyiciler ile hazırlanmış samplerlardan oluşuyor. Böyle bir bölüm beklemiyordum. Hoş olmuş. Şarkı aynı zamanda bir filmin soundtrackinde yer alıyor. Şarkının kilibinde de filmden görüntüler var.

İkinci parçayı, Children of Bodom'un herhangi bir albümüne rahatlıkla koyabilirsiniz. Akılda kalıcı, gaz ritmler, hızlı sweep dolu sololar, dur kalklı davullar, Çığlık vokaller ile 3 dakika hemen bitiyor. Sanırım bu parça EP ile aynı adı taşıyan No Way Back adlı parçaya geçiş için yapılmış. No Way Back ilk iki parçayı dinleyen birinin pek beklemeyeceği tarzda bir parça. Slow denilebilecek bir çalışma. Melodik bir gitar ile başlayıp aynı şekilde bitiyor. Klavye etkisi çok arka planda. Bass gitar hoşuma gitti bu parçada, boşlukları güzel doldurmuş. EP'deki en sevdiğim şarkı bu oldu. Parça duygu yüklü olmuş kesinlikle. Sözlerede yansımış bu durum:
I hide behind my smile
And it hurts me inside
I cry without shedding a tear
Once away theyr17;re sincere

Dördüncü Reach Out Parçası ise hıza kaldığı yerden devam ediyor. Çok iyi bir riff ile açılan parça için arka plandaki klavye etkisi iyi örtüşme yaratmış. Riffleri çok güzel bu parçanın. Elektro gitarlar döktürüyor resmen. Davulcu arkadaş iyi bir iş çıkartmış. Davulcunun tipini gören biri punk davulcusu zanneder ama amcam black/death metal davulcusu olduğunu hissettiriyor.

EP'nin kapanış parçası Close Your Eyes ise gerçekten çok iyi bir şarkı olmuş. Temiz ve çığlık vokallerin bir arada kullanıldığı nakarat kısmış çok güzel. Şarkıda tüm klasik numaralar var. Gaza getirici geçişler ve akılda kalıcı ritmler kullanılmış. Nakaratın ikinci kez söylenmesinden sonraki bölüm ise çok şık olmuş. Bu bölümde bas, davul ve klavyeden oluşan, klavye önderliğinde zarif bir melodi var. Tek kötü yanı kısa tutulmuş olması. Bu şarkının sözleri de hoşuma gitti. Gözlerini kapatıp, günahlarını ve acılarını defedip yalanlaman gerektiğini öğütleyen bir parça.

No Way Back EP'si benim için hoş bir süpriz oldu. Children of Bodom tarzından nefret edenler bu EP'yi hayatta sevmezler. Dinleyip severlerse o zaman Bodom'dan nefret etmelerine bir anlam veremem. EP'nin Children of Bodom'dan ayrılan kısmı ise clean vokalleri ve çok az olan klavye soloları. Klavyeci arkadaş yetenekli biri belli. Bence ileride daha fazla katkıda bulunmalı. Bodom'a nötr bakanların ise sevmemeleri için hiç bir sebep yok. Bu Norther grubu bence böyle devam ederse Amerikayı bilmem ama Avrupa metalinde popüler bir yer edinir. EP'nin kapak çalışması da çok hoşuma gitti. Zaten Finlandiyalıların kapak çalışmaları hep çekici oluyor. On üzerinden yedi buçuk.

Norther:
Petri Lindroos - Vokal/Gitar
Kristian Ranta - Gitar/Temiz Vokal
Heikki Saari - Davul
Jukka Koskinen - Bas
Tuomas Planman - Klavye/Sentezleyici

No Way Back EP:
01. Frozen Angel (04.08)
02. C.U.S. (03.13)
03. No Way Back (05.20)
04. Reach Out (03.38)
05. Close Your Eyes (04.37)

Toplam: 20.59

Murderdolls - Beyond the Valley of the Murderdolls (2002)

Öncelikle, nispeten eski tarihli bu albümün kritiğini yapmak istemem sizlere grubu biraz olsun tanıtmaktır. Murderdolls grubu Slipknot davulcusu Joey Jordison ve Static X grubunun (ex)gitaristi Tripp Eisen tarafından oluşturulan bir yan proje olarak müzik dünyasına girdi. Ben bu iki grubu da çok sevdiğim için ilgimi çekti tabi. Açıkçası bu grubun olası yapabileceği müziği direkt endüstriyel metal olarak düşünmüştüm. Yanılmışım. Dumura uğramışım. Benim gibi düşünen insanları mors edip, icra ettikleri müziğin Horror Punk Rock ve Glam Metal arası bişey olduğunu dersem durumu anlatmış olurum zannedersem. Grubun müziği için The Misfits grubunun Mötley Crüe ile birleşmesi deniyor. Kesinlikle doğru bir tasvir. Ben ise farklı birşey diyeceğim Zombie Metal. Evet doğru okuyorsunuz zombie metal. Şimdi nasıl olur da böyle birşey olur. Bunun için müziği dinlemeniz lazım.

Sözü fazla uzatmadan, grup 2002 yılında Beyond The valley of the Murderdolls adlı bir albüm yayınladı. Şu ana kadar yayınlanan tek albüm bu. Albüm yayınlandığında herkesin düşüncesi Joey ve Tripp'in yan projesi olduğu yönündeydi. Gruptaki diğer elemanları takan yoktu. Yanıldıkları ölümcül nokta ise mikrofonun başında Wednesday 13 adlı bir amerikalının olması idi. Bu şahsiyet grubun çizdiği rotayı en iyi şekilde belirleyen biri ve grubun kaptanı pozisyonundaydı. Sonuç ise muhteşem. Her ne kadar grup memleketleri Amerikada pek benimsenmese de Avrupa ve Japonya'da inanılmaz bir fan kitlesi oluşturdular. Özellik benim de bulunduğum dönemde İngiltere'de ünleri acayip artmıştı. Bu Wednesday 13 kişisi çok enteresan bir adam o yüzden onu daha sonra inceleyeceğim.

Slipknot fanatikleri için hoş bir süpriz var Murderdolls'da. Çünkü beklendiği gibi Joey davulun başında değil. Kendisi gitarları ve ayrıca soloları da üstlenmiş. Açıkçası adam iyi çalıyor. Grubun gitar soundu çok güçlü. Zaten yıllar geçtikçe şunu farkettim. Avrupalıların gitar soundları amerikalılara göre daha farklı oluyor. Ben amerikan soundu daha fazla seven biriyim daha güçlü buluyorum.

Albüm tamamen punk ruhunu taşıyor. Albümde 15 şarkı var ve 4 dakikayı aşan sadece bir şarkı var. Kısa olduğu için şarkılar baya hızlı ve akıcı. Şarkıların altyapıları gitara göre ayarlanmış. O yüzden gitarlar bayağı ön planda. Punk soloları çok geyik olmuş. Bunda tabiiki Tripp ve Joey'nin etkisi büyük. Davullarda ise ilgimi çeken bir nokta var. O da bazı şarkılarda bizim bildiğimiz tef kullanılması. Şarkılarda çok komik bir etkisi var. Vokaller ise çok değişik. Zombie vokalleri var. Aklıma başka bir tarif gelmiyor. Temiz vokal değil, Çığlık vokal değil, hardcore vokal değil evet bu olsa olsa zombie vokali olur.

Albümün şarkı sözleri tamamen ayrı bir yazı konusu olur ama genel olarak amerikan pop kültürüne şiddetli giydirmeler var ve çok güzel dalga geçiyorlar. Sözler tamamen eğlenceli. Korku filmlerinden esinlenen şarkı sözleri, zombileri anlatan şarkılar, zombi metal kavramımı daha da güçlendiriyor. Şarkı isimlerini çok iyi incelemenizi tavsiye ediyorum ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Wednesday 13 çok iyi bir şarkı sözü yazarı. Adamın ingiliz metal hammer dergisindeki düşünce yazılarını da bir dönem takip etmiştim. Beni etkiliyen insanlar arasında olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten karizmatik bir adam ve ne zaman ne demesi gerektiğini çok iyi biliyor. Şarkı sözleri de bu bakımdan eğlenceli ama kesinlikle boş değil. Albümdeki favori şarkılarımı biraz anlatmak istiyorum.

Dead in Hollywood şarkısı albümdeki en çok göze çarpan parça, zaten bir klibi de bulunmakta. Parçayı ilginç kılan ise müzik yapısı ve bence tefli baterileri. Şarkıda hollywoodun korku karakterleri olan frankenstein, dracula, ed wood, norman bates gibi şahıslara göndermelerde bulunuyor. Bu Wednesday 13'ün korku filmlerine olan düşkünlüğü sonucu onlara duyduğu saygıyı ve özlemi anlatan bir parça. Nispeten diğer şarkılara göre ciddi sayılabilecek komik bir parça.

Bir diğer favori şarkım ise 197666. Çok hızlı bir girişi olan şarkı Wednesday 13 için yeterince kişisel bir şarkı zira adam 1976 senesinde doğmuş. Davullarını seviyorum bu parçanın. Ben Graves belki Joey'den birkaç numara öğrenmiştir kim bilir. Sözler ise gerçekten problemli ve komik. Örneğin:
In 197666 I killed an animal rights activist
Because animals ain't got no rights that's right

She was a teenage zombie şarkısı albümü genel olarak özetleyen bir şarkı. Şarkı baştan aşağı eğlenceli. Gitarlar ve özellikle baslar eğlenceli notaları çalıyor. Parçadaki çalınan her nota komik ve içten. Ayrıca çok gaz bir şarkı. Şarkı tabii ki genç bir adamın zombinin birine duyduğu aşkı anlatıyor.

Korku filmlerini anımsatan bir introyla açılan dawn of the dead aynı isimli film için yazılmış bir şarkı niteliğinde. Hatta filmi daha iyi özetleyebilir miydi zannetmiyorum. Davul kickleri, gitar solosu çok güzel oturmuş. Nakarat kısmı devam ederken arka planda solo gitarın devamı çok şık durmuş.
When there's no more room in hell
Then the dead will walk the Earth
And the living won't have a prayer
Cause it's the dawn of the dead

Murderdolls elemanlarının imajı çok korkutucu. Ölü makyajları ve dreadlock'lı saçlarıyla insanı korkutmaya yeter. Günümüz glam tarzı bu olsa gerek. Giysileri olsun sahnedeki duruşları olsun imajları dört dörtlük.

Murderdolls, her dinlediğimde beni neşelendiren ve gaza getiren bir grup. Bazı dinleyiciler grubun yaptığı müziği ciddiye alıyorlar. Şöyle bir durum var eğer bu adamlar bu müziği ciddi olarak yapıyorlarsa gerçekten ruhsal sorunları var demektir ve müzik dünyasına hiçbir şey vermiyorlardır. Ama benim görüşüm bu müziği tamamen zevk olsun diye yaptıkları yönünde. O zaman işte metal müzikte çok enteresan bir alt dal olarak yerini alır bu grup. Murderdolls ne yazık şu an aktif durumda değil. Grup elemanlarının hepsi farklı projelerde yer alıyorlar. Bunlar içinde Wednesday 13 buna benzer bir müziği kendisi solo albümler yayınlayarak devam ettiriyor. Grup hakkında birkaç anektod ile yazıyı bitirmek istiyorum. Metal Hammer'ın bir partisinde Cradle'dan Dani Filth ile tartışan davulcu Ben Graves, Dani abimizi binadan dışarı atabilecek kadar güçlü bir şahsiyet. Ayrıca Iron Maiden ile turnedelerken neredeyse turneden kovuluyorlarmış. Sebebi ise grubun olumsuz davranışları. Sabahın 4'ünde otelde yapılan parti sırasında sarhoş olan Murderdolls elemanlarından Graves'in yanlışlıkla Iron Maiden ekip elemanlarından birine şişe fırlatması ve Joey'nin bir başka ekip elemanının üzerine işemeye kalkışması, turneden kovulmalarına sebep olacakmış. Elemanlar da böyle eğlenceli tipler. Sürekli bunalım müzik dinleyen Türk Rock gençliği için ilaç olabilecek bir müzik bu. Neşelenmek istiyorsanız ve zombie metalde bana katılmak istiyorsanız dinleyiniz dinletiniz.

Murderdolls:
Wednesday 13: Vokal
Joey Jordison: Gitar/Geri Vokal
Tripp Eisen: Gitar
Acey Slade - Gitar...Tripp Eisen yerine
Ben Graves: Davul
Eric Griffin: Bas

Beyond the Valley of the Murderdolls:
1. "Slit My Wrist" : 3:50
2. "Twist My Sister" : 2:06
3. "Dead In Hollywood" : 2:49
4. "Love At First Fright" : 3:07
5. "People Hate Me" : 4:49
6. "She Was A Teenage Zombie" : 3:02
7. "Die My Bride" : 3:14
8. "Graverobbing U.S.A" : 3:21
9. "197666" : 2:19
10. "Dawn Of The Dead" : 3:43
11. "Let's Go To War" : 3:23
12. "Dressed to Depress" : 2:13
13. "Kill Miss America" : 2:27
14. "B-Movie Scream Queen" : 3:49
15. "Motherfucker I Don't Care" : 2:55

Toplam: 46:31

Megadeth - United Abominations (2007)

Bu müziğe ölümüne thrash modunda girmiş ve bu modu devam ettiren biri olarak, Megadeth benim çok sevdiğim ve saydığım bir grup. Dave Mustaine denen adamı kısmen anlayabiliyorum. Sürekli olarak "diğer" grup ile kıyaslandığınızı düşünün. Buna içki, uyuşturucu ve sol kolunuzun çalışmasını engelleyen sinirsel problemleri ekleyin. İnsanın küllerinden doğması gerçekten zor. Bu açıdan değerlendirdiğimde "The System has failed" gerçekten kaliteli ve Megadeth için geri dönüş niteliğinde bir albümdü. Ayrıca artık Megadeth tamamen Dave'in kişisel projesi haline geldi çok hoşuma gitmese de. Müziği sürekli değiştirmeye çalışan prodüktörler yok. "Diğer" gruba alternatif yaratmaya çalışan müzik şirketi yok. Durum böyle olunca Mustaine gerçekten o an ne hissediyorsa onu yapıyor. Mustaine'in bence en iyi yaptığı şey thrash metal. Bu adam bu iş için doğmuş ve birçok thrashçinin idollerinden biri olmasının sebebi de thrashin mucitlerinden biri olması. Bu yüzden Megadeth bence hep en iyi yaptığı şeyi yapmalı. Risk albümünde olduğu gibi beceremedikleri elektronik ve pop etkileri müziğe sokmaya çalışmamalı, radyoların sürekli çalacağı tarzdan pop şarkılar yapmamalı. Neyseki Dave sanırım bu durumu görmüş ve "The System has failed" albümünden başlayarak "United Abominations" albümü ile bize sapasağlam bir albüm sunmuş.

United Abominations grubun 11. stüdyo albümü ve RoadRunner'dan çıkan ilk albümü. Glen Drover (gitar), Shawn Drover (davul) ve James Lomenzo (bas) kadrosu da ilk kez bir Megadeth albümü yayınlıyor. Albümün prodüksiyonu için söylenecek çok fazla bir şey yok. 20 yılı aşkın bir süredir müzik yapan grup da artık kötü prodüksiyon yapıyorsa bıraksın artık müziği. Bu yüzden her enstrüman çok temiz duyuluyor. Bir tane bile falso zil dahi yok. Mükemmele yakın. Albümü dinlerken ilk gözüme çarpan şarkı içindeki pasaj düzenlemelerinin çok yerinde olması. Mesela koro kısımlarında çalınan riffler ile arka plandan gelen solo gitarın uyumu çok iyi hazırlanmış. Her şarkıda kendini hissettiren bas gitar bir önceki albümdekinden çok daha oturaklı olmuş. United Abominations şarkısında olduğu gibi soloların üzerine serpiştirilen Megadeth'e has konuşmalar ve tabii ki çok akıllıca yazılmış korolar albümün gerçekten çok sağlam olduğunu hissettiriyor. Albümün ise sanırım dinleyiciyi en çok zorlayacağı kısmı şarkı sözleri. Mustaine bu konuda benim her daim taktirimi kazanmış biridir. Diğer gruplar gibi politikaya bulaşmayayım tepki toplamayayım asla dememiştir. Bu albümde de politik bakımdan çok rahatsız edici şarkılar var. Amerikhastan, Washington is Next, Gears of War, United Abominations bu şarkıların öncüleri. Albümde benim değil ama Lacuna Coil fanlarının hoşuna gidecek bir de süpriz var. A Tout Le Monde şarkısında Mustaine ile Cristina Scabbia düet yapmış. Şarkı şarkı değerlendirme yapmayacağım zira her şarkı benzer özellikler taşıyor ayrıca albüm müzikal açıdan tam bir bütünlük gösteriyor. Tam anlamıyla karakteristik bir Megadeth albümü.

Albümün artılarının yanında bence yanlışlarını da söylemeden geçmek olmaz. Öncelikle A Tout Le Monde şakısının albümün tam ortasına konması on kusurlu haraketten bir tanesi. Bunun yerine özel baskı için yapılan Black Swan parçasıyla bu şarkı yer değiştirebilirdi. Çünkü ben açıkçası A Tout Le Monde parçasının yeni bir parçaymış gibi sunulmasından rahatsız oldum. Yani yeni bir Megadeth şarkısını dinleyebilmek için illaki
"special edition" versiyonunu mu almamız gerekli? Ayrıca düetin çok başaralı olduğunu söyleyemeyeceğim. Orta halli bir düet. Yanlış anlamayın hatunun sesi fena değil. Ama ben şarkıda tutmadım. Albümün bir başka falsosu ise grubun diğer elemanlarının tamamen bir kiralık müzisyenler gibi çalması. Yazının başında dedim gerçi artık Megadeth Mustaine'nin solo projesi gibi ama yine de Megadeth'in 90lardaki kadrosunu çok seven biri olarak biraz yadırgadım. Madem durum böyle o zaman The System has failed albümündeki gibi Chris Poland'ı stüdyoya getir ve solo yaz ve çal kardeşim de. Eğer grupta King Diamond'dan hatırlayabileceğimiz Glen Drover gibi biri varsa, adamın sololara en azından ruh katmasına izin ver. Yani albümde sanki her enstrümanın başına Mustaine geçmiş ve sırasıyla çalmış. Bu yüzden United Abominations da sadece Dave'in ruhu var.

Albümde gözüme çarpan nokta ise başta albüm kapağı. Megadeth'in ünlü maskotu Vic Rattlehead yok. Ya da onun değişik bir versiyonu var böyle biraz post modern bir hava verilmiş. Kapakta "Peace Sells..." albümden hatırlayabileceğimiz Birleşmiş Milletler binası var. Bina yıkıldı yıkılacak. Albümün politik havasıyla iyi örtüşen bir kapak çalışması. Albümde bir tane bonus track var. Out on the Tiles şarkısı bir Led Zeppelin yorumu. Sadece japonya baskısında var. Açıkçası dinlemek isterdim çünkü Mustain'in yorumlarını çok seven biriyim. Dinlemek istememin bir başka sebebi de Led Zeppelin bu şarkıda değişik bir davul seti kullanmış. Megadeth de aynı davul setini kullanmış şarkıda. Enteresan olduğunu zannediyorum. Ayrıca RoadRunner dinleyicilerin ceplerine göz diktiği için özel baskıda 3 tane farklı parça var: Black Swan, The Bodies Left Behind ve bir tane canlı performans. Benim albümdeki favori parçalarım son iki parça; ki onlar You're Dead ve Burnt Ice. Bu biraz benim için ilginç oldu çünkü albümde 11 parça var benim favorilerim son iki parça.

United Abominations gerçekten kaliteli bir albüm. The System has failed ile kardeş bir albüm. Ayrıca Megadeth demek sizin için sadece Mustaine demekse albümü kesinlikle seveceksiniz. Risk albümünü seven bir Megadeth dinleyicisiyseniz hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Megadeth'in daha fazla progresif bir müzik yapması gerektiğini savunanlardansanız yine hayal kırıklığına uğrayacaksınız. 2007 yılında thrash heavy metal arası bir albüm United Abominations. Ve ben Megadeth'in thrash halini çok seven biri olarak ilk dinleyişten itibaren hemen benimsedim albümü. 10 üzerinden 8.

Marduk - 15 Kasım 2007 - Riga

Saat daha 16:00 ama güneşin battığını farkediyorum. Elimdeki flyer'a bakıyorum. Kapı açılışı 18:00 diye yazıyor. Dünden kalmayım o yüzden hala ayılmaya çalışıyorum. Biraz geç gideyim diye kendimi tembihliyorum. Yurttan dışarı çıkıyorum. Hava buz gibi. Yoldaki su birikintileri donmuş. Saate bakıyorum henüz 18:30. Sıcaklık sıfırın altında. Yoldaki insanlar iş çıkışı evlerine gitmeye çalışıyor. Gördüğüm yüzler soğuktan kıpkırmızı. Tanrım ben burada ne yapıyorum?

Şu lanet konser mekanı nerede ki? Daha önce hiç gitmedim. Bu soğuk kapkaranlık ortamda klübü bulmaya çalışıyorum. Tanrının unuttuğu bir yerde olan bu mekana giderken içimi biraz heyecan kaplıyor. Zira Türkiye'deki konseri kaçırmıştım. Bu sefer asla olmaz. Ne yapıp edip gitmeliyim. Klüp o kadar izbe bir yerdeki biri tecavüze yeltense kimsenin ruhu duymaz. Birkaç uzun saçlı deri pantolonlu tip görüyorum. Şunları bir takip edeyim muhtemelen klübe gidiyorlardır.

İçerideyim. Ortam fena değil. İnsanlar genelde bana bakıyor. Değişik tipi olan ve deri giymemiş ve uzun saçlı olmayan birkaç kişiden biriyim. Kesinlikle bişeyler içmeliyim. Ohhhh. Buranın birasını gerçekten seviyorum. Yavaş yavaş insanlar toplanıyor. Ama içerideki maksimum insan sayısı 200'ü geçmez. Sanırım bu şehirdeki toplam black metalci sayısı bu kadar.

Alt gruplar yerlerini alıyorlar. Ama açıkçası pek umrumda değil. Kendilerine verilen yarım saati iyi bir şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. ChthoniC diye bir grup var ki birkaç cümle ile anlatmalıyım. Tayvan'dan buraya kadar gelmişler. Cradle of Filth'den etkilenmiş olabilirler ama biraz abartmışlar. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin ülkelerine uyguladığı ambargoyu buradaki insanlara anlatmalarının pek bir anlamı yok. İnsanların açıkçası umrunda değil. Benim de değil.

İşte beklediğim an. Sonunda sahneye çıkacaklar. Panzer Division, Plague Angel ve Rom 5:12 albümlerini bildiğim için biraz kendime kızgınım. Diğer albümlerden çalacakları şarkılara eşlik edemeyeceğim. Şu an yapacak bişey yok. Kahretsin! Heyecandan kağıt kalem almayı unutmuşum. Playlist'i nasıl yazacağım? Heyecandan ne yaptığımın farkında değilim. Sahne sisle dolmaya başlıyor. işte karşımdalar. The Leveling Dust kulaklarımı sağır edercesine çalmaya başlıyor. Mortuus konser başlar başlamaz kin ve nefret kusacağını belli ediyor. Daha bir dakika bile olmadı ama ortam yıkılıyor. Elimde olmadan kafa sallamaya başlıyorum. Sound gerçekten çok kaliteli her bir notayı ayrı ayrı duyuyorum. Vokal zaten üst düzeyde. Şarkı biter bitmez ara vermeden Baptism by Fire giriyor. İşte o an ben ortamdan kopuyorum. O an sadece mekanda ben ve grup var. Sanki sadece bana çalıyorlar. Hiç bir şeyi gözüm görmüyor. Müzikle bütünleşmek bu olsa gerek. Kendime geldiğimde etrafıma bakıyorum ve tanımadığım insanlarla omuz omuza kafa sallıyorum. Mortuus mikrofona Plague Angel'dan bir şarkı çalacaklarını söylüyor. Mekanda The Hangman of Prague diye bağıran tek kişi benim. Mortuus gülüyor ve The Hangman of Prague giriyor. Ben yine dış dünya ile bağlantımı yitiriyorum. Açıkçası konserin geri kalan kısmını pek hatırlamıyorum. Through The Belly Of Damnation, Limb of Worship, Christraping Black Metal, Scorched Earth hatırladıklarım arasında. Bir kez bise gelip konseri tamamlıyorlar.

Konser sonrası biraz hayal kırıklığına uğruyorum. Imago Mortis ve Throne of Rats çalmalarını bekliyordum. Biliyorum çok şey istiyorum. Bana kalsa Rom 5:12 albümünü baştan sona çalmalarını isterim. Mekandan çıkıyorum. Saat 12:30. Tabanvay ile yurda gitmek düşüyor bana. Hava daha da soğuk. Gece daha da karanlık. Normalde soğuk havayı sevmem. Ama şu an yolda giderken bana o kadar iyi eşlik ediyor ki, sanırım soğuğa alışıyorum. Yolda giderken derin düşüncelere dalıyorum. Konseri tekrar gözümün önüne getiriyorum. Etkileyici bir performans. Grup elemanları dört dörtlük çalıyor. Özellikle Mortuus'un vokal performansına hayran olmamak elde değil diye düşünüyorum.

Sonunda yatağımdayım. Özlemişim. Her tarafım sızlıyor. Kendime gecenin gerçekten çok keyifli geçtiğini hatırlatıyorum. İstemsiz bir şekilde gözlerim kapanıyor ve uyuyorum.

Manowar - Gods of War (2007)

Bu grubun fanatiklerinin yanı sıra düşmanları da var. Ben ise ortada bir yerdeyim. Çoğu şarkısını severim ama bir sürü şarkısını da gereksiz bulurum. Marş haline gelmiş mükemmel heavy metal şarkılar yazmışlardır. Bu özelliği bile gruba saygı duyulması için yeter bence. 2002 tarihli Warriors of the World albümü ile epik bir havaya bürünen grup, beni biraz üzmüştü. Ama warriors of the world, house of death gibi mükemmel şarkıların bulunması, Manowar da işin bitmediğini bana göstermişti. Bu yeni albümde ise gerçekten üzüldüm.

Gods of War albümünü incelemeden önce kitapçığını okumam gerekti çünkü albüm konsept bir albüm ve anladığım kadarıyla bundan sonra manowar uzunca bir süre konsept albümler yapacak. Albümün konusu Norse Mitolojisi yani iskandinavya mitolojisi. Ve bu albüm savaş tanrısı Odin'e adanmış.

Albümde 16 şarkı var ve bu şarkıların yarısı hiç gitar içermiyor. Orkestra etkileri hep Manowar'da vardı. Ama bu kadar fazla beklemiyordum. Koro halinde söylenen sözler, kilise orgları, klavyeler albümün bütünü etkilemiş ve ortaya tamamen Epic Metal denilebilecek bir çalışma çıkmış. Ben açıkçası bu değişimi çok sevmedim çünkü ben Manowar dinlediğimde gaz verici şarkılar dinlemek istiyorum. Joey DeMaio, Odin'i anlatırken belki en iyi yolun bu olduğunu düşünmüştür. Ama bu durum şarkılar arası geçişlerde heyecanın kaybolmasına sebep oluyor. Albümde ilk iki şarkı bitene kadar herhangi bir distorsiyon sesi duymanız mümkün değil ve çoktan albümün ilk 9 dakikasını dinlemiş durumdasınız. Üçüncü King of Kings şarkısında gaza gelmeye başlamışken, Army of the Dead Part 1 ile heyecan kayboluyor. Bence Gods of War albümü çok sesli klavyeli şarkılar yerine gaza getirici şekilde elektro gitar ile anlatılsaymış daha iyi olurmuş.

Teknik olarak albüm standartların çok üstünde tabi. Albümün miksajı Belçika'da yapılmış. Bu işin orada yapıldığını bilmiyordum açıkçası. Tüm şarkıları Joey DeMaio yazmış sadece Loki God of Fire şarkısında Karl Logan imzası da var. Bu
adam müthiş sololar atıyor, gaza getirmeyi iyi biliyor işte bu yüzden daha fazla elektro gitar sesi duymayı isterdim. Zaten Odin'in kardeşini anlatan Loki God of Fire albümdeki favori parçam. Vokaller ise tabiiki müthiş. Eric Adams'tan daha iyi Die!! diye çığlık atan biri olduğunu sanmıyorum. Albümde bulunan bonus track ise klasik, gerçek metal kardeşliğini anlatan bir şarkı. Ama bu artılara rağmen benim gözümde albüm kurtulmuyor.

Eğer kuzeylilerin mitolojisine ilgi duyuyorsanız, epic metal olayının hastasıysanız, albümü dinlerken zevk alabilirsiniz. Ben fazla zevk almadım açıkçası. Manowar demek damardan gaz vermek demek, ama ben gaza gelemedim. Albüme çok emek harcandığı belli olsada vasat bir albüm bu yüzden bence. 10 üzerinden 5.

Manowar:

Eric Adams - Vokal
Joey DeMaio - Bas Gitar/Gitar/klavye
Karl Logan - Gitar/Klavye
Scott Columbus - Davul/Perküsyon

Gods of War:

1. Overture to the Hymn of the Immortal Warriors [06:19]
2. The Ascension [02:30]
3. King of Kings [04:17]
4. Army of the Dead Part 1 [01:58]
5. Sleipnir [05:13]
6. Loki God of Fire [03:49]
7. Blood Brothers [04:54]
8. Overture to Odin [03:41]
9. The Blood of Odin [03:57]
10. Sons of Odin [06:23]
11. Glory Majesty Unity [04:41]
12. Gods of War [07:25]
13. Army of the Dead Part 2 [02:20]
14. Odin [05:26]
15. Hymn of the Immortal Warriors [05:29]
16. Die for Metal (Bonus Track) [05:16]

Toplam: 01:13:38

Machine Head - The Blackening (2007)

Machine Head grubunu orta okulda The More Things Change albümü ile tanıdım, ayrıca zamanında rock market programında sıkça klibi yayınlanırdı. O zamanlar çok uçuk kaçık geliyordu ama bu durum beni hep cezbetmişti. Ardından çıkardıkları her albümü takip ettim. İlk albümleri Burn My Eyes çok sert bir albümdü ondan sonraki The More Things Change de öyle. Sonraki albümlerde prodüktör değişikliğinden midir nedir köklü bir değişim söz konusuydu. Grubun beyni Robert Flynn çok enteresan bir adamdı benim için. Bay Area Thrash ortamından gelen biri için çok farklı müzik yapıyordu. Gruptaki groovy öğeler hip hop vokaller benim hoşuma giden durumlardı. 1999 yılında çıkan The Burning Red ve 2001 yılındaki Supercharger albümlerinde bu değişim söz konusuydu. Bu durumu ben doğal karışılamıştım. Ne yazık ki bundan sonra grup eleman değişiklikleriyle 2002 yılını sıkıntılı geçirdi. Grup için ömrü bitti dendi. Ama 2003'te Phil Demmel'in gitarlara tekrar geçmesinden sonra grup küllerinden yeniden doğdu ve 2004 yılının en iyi albümlerinden Through The Ashes of Empires'ı kaydetti. Açıkçası ben gruptaki değişimin bu yönde olacağını hiç tahmin etmemiştim. İlk albümlerindeki sounda yakın ve keskin bir dönüş gerçekleştirmişlerdi. Through The Ashes of Empires albümü rock çevrelerinden çok olumlu tepkiler aldı ve Machine Head böylece yeniden doğmuş oldu.

Elimde Machine Head'in 2007 yılı martında çıkaracağı The Blackening albümünün promosu var. Bu albümü ilk olarak kardeşimden duydum. Sürekli, abi çok iyi albüm diyip durunca ben de dur bakalım neyin nesiymiş bu diye dinlemeye başladım. Açıkçası albümün kritiğini yapmadan önce albümü iyice sindirmem gerekti. Uzunca bir süredir de dinliyorum. Şu an sindirdiğime inanıyorum. Şöyle başlamak istiyorum: 2007 yılına damgasını vuracak albüm budur.

Machine Head, Through The Ashes of Empires albümündeki soundu koruyup o anki yarattıkları formüle sadık kalmayıp olayı bir sonraki aşamaya getirip geliştirmişler. Yani o formülü koruyup güvenli, benzer bir satış grafiğini yakalayabilecek bir albüm yapabilirlerdi. İster istemez şu durumla karşılaştırıyorum. Lamb of God, As The Palaces Burn albümünü yayınladığında çok heyecanlanmıştım, metal müzik acaba yeniden mi ivme kazanacak diye. Ama Lamb of God'ın sonraki albümleri hep aynı formülde gittiği için kendini tekrarlamaya başladı ve açıkçası hayal kırıklığına uğrattı. İşte bu noktada Machine Head bu sıkıntıdan kurtulup müziğini çok daha geliştirmiş.

The Blackening albümünün yapımı aşamasında Rob Flynn dehasının mtv.com'da, ben albümü dinledikten sonra, okuduğum bir röportajı var. Röportajda Rob aynen şunları söylüyor: Albümü hazırlarken oturup müzik yazmaya başladık bir bakmışız karmaşık, teknik bir müzik yapmışız, amacımız bu olmadığı halde. Şarkıların sürelerinin 10 dakika civarında olduğunu gördük ama bu 10 dakikayı 2-3 rif ile doldurmaktansa 20-30 rif ile doldurmuşuz.

Bu röportaja aynen katılıyorum. Şarkılar çok komplike kesinlikle ama Opeth'deki gibi bilerek teknik müzik yapma çabası yok. Çok doğal bir şekilde gelişim var. Bunu dinlerken anlıyorsunuz. Müzik kesinlikle kişisel bir zevktir. Herkesin metal müzikten anladığı şey kendisinedir. Kimse birini dinlediği müzik için yargılayamaz. Bu yüzden metalin, bir çok alt dalı var. Bana göre de metal diye tanımladığım müzik The Blackening albümünde hayat bulmuş. Albüm bence herhangi bir alt dala ait değil. 2007 yılında metal müzik bu şekilde olmalı bence. Machine Head bunu benim gözümde başarmış.

Albüm 8 şarkıdan oluşuyor ayrıca bir de Metallica'dan Battery yorumu var ama bendeki promoda bu yok. 8 şarkının toplam süresi 61 dakika 13 saniye böylece şarkı ortalamalarının 7 dakika 40 saniye olması ile uzun bir albüm dinleyeceğiniz garanti. Albümdeki tüm 8 şarkı da hit sayılabilecek şarkılar. Hiçbir şarkı dinleyiciyi sıkacak nitelikte değil. Her parçanın kendine özgü bir havası ve müthiş rifleri var. Her parçada müthiş groove elementler ve thrash ritmleri var. Gitar ve basın uyumu çok iyi. Baslar çok güçlü olmuş. Gitar soloları çok iyi yazılmış. Ben soloları teknik ve duygusal olmasına göre seviyorum. Soloların hepsi hem teknik hem de duygulu. trampetlerin, zillerin ve krosların uyumu çok iyi. Tonlar çok iyi ayarlanmış. Ataklar şahane sayılabilecek durumda. Vokaller klasik Rob vokali. Nefret dolu, gaza getirici ve de çığırtkan. Ritm gitar ise bir dehanın ürünü. James Hetfield için rif tanrısı denir. Hetfield acaba buradaki rifleri dinlese ne düşünür diye merak ediyorum. Albümün kesinlikle en göze çarpan tarafı müthiş rifleri. Machine bu albüme de her albümdeki Machine Head'in kendine has öğelerini yedirmeyi başarmış. Grubu yakından takip edenler ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır.

Albümün kapak çalışması harika olmuş. Bir tane iskelet kral tacını takıp dünyayı ayaklarının altına alıp kum saati ile beraber kuru kafaların üstünde tahtında oturuyor. Elinde bir tane ayna tutuyor. Aynada "THE MIRROR which Flatters not" yazıyor. Anlamı pohpohlamayan, dalkavukluk yapmayan ayna. Robert bu çalışmayı şöyle açıklamış: Oradaki iskelet kral benim ve aynayı kendime doğru tutuyorum. The Blackening albümünün anlamı budur.

Bu albümde bir senfonik hava, bir orkestra, bir klavye, bayan vokal, gotik bir hava ne bileyim, bilimum ekstra hiçbir şey yok. Sadece gitar davul ve bas var. Tüm temel öğeler en iyi şekilde kotarılmış. Birinci parçadan sekizinci parçaya kadar bir solukda dinleyebiliyorsunuz. İster istemez kafa sallamaya başlıyorsunuz. Bu yazıyı yazarken bile arada bir durup kafa sallamaya başladım elimde olmadan. Eminim ki albüm çıktığında birçok metal çevresinden övgü dolu yorumlar alacak. Albüm yayınlandığında Türkiye'de orijinalini bulamazsam getirtmeyi düşünüyorum. Kesinlikle bu albümü alın. Pişman olamayacaksınız. Paranızı son kuruşuna kadar hakeden bir albüm. Tabii ki 10 üzerinden 10.

Machine Head:
Robert Flynn - Gitar / Vokal
Adam Duce - Bas / Geri Vokal
Phil Demmel - Gitar
Dave McClain - Davul

1.Clenching the Fists of Dissent - 10:35
2.Beautiful Mourning - 4:49
3.Aesthetics of Hate - 6:34
4.Now I Lay Thee Down - 5:36
5.Slanderous - 5:17
6.Halo - 9:03
7.Wolves - 9:04
8.A Farewell to Arms - 10:12

Toplam: 1:01:13

Linkin Park - Minutes To Midnight (2007)

Türkiye'deki ture(true-pure) metalcilerin hiç sevmediği bir gruptur Linkin Park. Her ne kadar itiraf etmek istemeseler de en azından sevdikleri bir parça vardır bu grubun. Sorsanız nefret ediyorum derler ama bir barda veya cafe de Linkin Park çalmaya başlayınca tempo tutmaya başlarlar. Sanırım ture metalci olmak için Linkin Park'tan nefret etmek gerekiyor!?!?! Her neyse ben şahsen Linkin Park'ın bir yığın şarkısını severim. Pop metal adına çok sağlam parçaları var. Rap vokaller, elektronik altyapı, güçlü gitar rifleri ve iyi bir vokalle beraber iyi şarkı sözleri, alın size Linkin Park. From the Inside, A Place for My Head, In the End gibi bir sürü kaliteli şarkıları vardır Linkin Park'ın. Yeni albüm için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Heralde dinlediğim en absürd ve en kötü albümlerden bir tanesi.

Minutes to Midnight albümü Rick Rubin prodüktörlüğünde yapılmaya başlanacağı açıklanınca heyecanlanmıştım. Zira bilindiği gibi Rick Rubin en büyük rock müzik prodüktörlerinden bir tanesidir. Valla ben heyecanlandım siz heyecanlanmayım. Çünkü sanırım Rick Rubin'in fazla bir katkısı olmamış veya olmuşsa eğer Rick Rubin bu işi bıraksın. Grubun basın açıklamalarından ve TV'deki röportajlarından takip ettiğim kadarıyla grubun ikinci gitaristi ve rap vokalleri üstlenen elemanı Mike Shinoda tüm albüme ağırlığını koymuş. Zaten prodüksiyonda onun da adı var.

Minutes to Midnight albümünün yapım aşamasında yaklaşık 150 tane şarkı yazmışlar. Heralde içlerinden en dandik olan 12 tanesi seçelim ki dinleyici kaybedelim ama para kazanalım demişler. Çünkü 12 şarkıdan elde tutulur bir kaç tane var ve gerisini çöpe atsanız yeridir. Çöpe atılacak şarkılar da tamamen MTV'nin çok seveceği türden şarkılar. O yüzden pop ve hip-hop çevrelerinde acayip tutacaktır bu albüm. Belli ki Mike Shinoda grubun rotasını kendi solo projesi olan Fort Minor tarzına kaydırmak istedi ve bunu yaparken grubun diğer elemanları hiçe saydı gibime geldi.

Albümü müzikal olarak incelersek bilindik Linkin Park öğeleri çok fazla değişikliğe uğramış. Örneğin Bleed it Out ve Hands Held High olmak üzere sadece iki şarkıda rap vokaller var. Ayrıca iki şarkıda sadece Mike vokallerin başında ki onlar Hands Held High ve acayip kötü düz vokal denemeli In Between. Bunun dışında alışık olduğum Linkin Park (LP) riflerine çok az rastladım bu albümde. Gereğinden fazla slow şarkı var. Bazı şarkılarda gitar dahi yok. Bu açıdan da LP dengeyi sağlayamamış. Grubun DJ'yi Joseph Hahn ise bize alıştırdığı örneklemeleri minimum seviyede kullanmış. Daha çok elektronik ve programlama yönünden müziğin altyapısına katkıda bulunmuş ki bu çok büyük bir dezavantaj bu tarz bir adama sahip bir grup için. Albümün en iyi şarkısı introsu Wake. Bir de elle tutulur tek şarkı bence What I've Done. Ayrıca çok güzel bir klibi var ve dünya meselelerine el atmışlar. Bu durumu olumlu bulduğumu söylemeliyim he ne kadar yapmacık da dursa. Şöyle de bir durum var What I've Done şarkısını LP'nin önceki iki albümü arasına koysanız asla çıkış şarkısı olarak lansedemezsiniz. Diğer şarkıların yanında acayip sönük kalırdı. Yani o da temelde kötü bir şarkı. Özellikle şarkının sonlarına doğru Mike'ın yaptığı rezalet ötesi geri vokalleri söylemeden edemeyeceğim. Albümün son iki şarkısı In Pieces ve The Little Things Give You Away'de daha önceki albümlerde olmadığı gibi gitar soloları var. Lütfen bir daha solo yazmaya kalkışmasınlar. Eline yeni gitar almış ve gaza gelmiş çocukların çaldığı tarzda komik denilebilecek sololar var. Bana birisi hangi şarkıları önerirsin derse birinci ve altıncı şarkının yanına zorlayarak sekizinci şarkı derim. Bir de beşinci şarkı Shadow of the Day var ama o da o kadar çok U2'dan With or Without You şarkısını andırıyorki U2 telif haklarını istese şaşırmam. Bir şarkıda altyapıdaki benzerlik bu kadar olur yani.

Aslında bu kadar rezalet bir albümü neden yapar insanoğlu diye kendime sorduğumda biraz adamları daha doğrusu Mike Shinoda'yı anlayabiliyorum. LP bundan bir önceki albümünü dört yıl önce yayınladı. Bu süreçte adamlar olgunlaşmaya çalışmışlar. Tamam normaldir. Ama olgunlaşcaz ve müziğimizi de olgunlaştıracaz derken grubu popüler ve dinlenilebilir yapan tüm öğeleri hiçe saymışlar. Yani önceki albümlerle tamamen alakası yok dersem yeridir. Bu durumu da anlayışla karşılayabiliyorum. Müziği geliştirmek adına bir önceki albümle alakası olmayan bir albüm yapılabilir. Ki bence çok riskli bir yol bu çünkü ya sizi çok iyi yapar ya da çok rezil. Bence bu yol LP'yi rezil yapmış. Olgunlaşma adına bu işi kıvıramamışlar. Komik olan durum ise heryerde bu albüme çok fazla yatırım yaptıklarını ve emek harcadıklarını belirtmiş olmaları. Eminim ki albüm çok satacaktır çünkü adamlar öyle bir konumdalar ki ne yapsalar platin plak kazanırlar. Ama bundan sonraki yapacakları albüm de bu tarz olursa o zaman ne kadar satabilecekler gerçekten kestiremiyorum. Yani MTV bile daha ne kadar gazlamayı sürdürebilir ki? 10 üzerinden 3.

Minutes To Midnight:
1. "Wake" - 1:41
2. "Given Up" - 3:09
3. "Leave Out All the Rest" - 3:29
4. "Bleed It Out" - 2:44
5. "Shadow of the Day" - 4:50
6. "What I've Done" - 3:25
7. "Hands Held High" - 3:53
8. "No More Sorrow" - 3:42
9. "Valentine's Day" - 3:17
10. "In Between" - 3:17
11. "In Pieces" - 3:38
12. "The Little Things Give You Away" - 6:23

Toplam: 43:51

Konkhra - Weed Out The Weak (1997)

Rock müziğin yeni adresinde incelemeleri okurken "k" harfine geldiğimde Konkhra ile ilgili bir albüm kritiği olmadığını gördüm. Bunun üzerine grubun en iyi albümünün kritiğini yapmaya karar verdim.

Konkhra, Danimarka kökenli bir grup. Grupta birçok eleman değişikliğinden sonra, grubun beyni Anders Lundemark, 1997 yılında Machine Head'in ilk davulcusu Chris Kontos'u ve death metal virtüözü James Murphy'i kadroya dahil etti. Böylece grup amerikalı ve danimarklı elemanlardan oluşan kıtalarlarası bir grup konumuna geldi. Albümün prodüktörlüğünü, miksajını ve mühendisliğini James Murphy üstlendi. Davul kayıtları Kaliforniya'da gerçekleşti. Diğer kayıtlar ve miksaj Avrupa'da
yapıldı. Grup kıtalararası olunca bu kadronun tekrar bir albüm yapması tabii ki çok zordu. Ama yaptıkları albüm Weed Out the Weak, death metalin en özgün albümlerinden biri haline geldi.

Weed out the Weak albümünde bir death'n'roll havası var. Gitar tonları o kadar iyi bulunmuş ki, gitarlar cayır cayır yanıyor. Davullar yeterince uygun ve sert. Davul tonları iyi ayarlanmış. Albüme verdiği enerji çok iyi. Baslar kendini iyice hissettiriyor. Gitar ve bas uyumu çok iyi. Vokaller çok çok iyi değil ama albümün havasıyla yeterince örtüşüyor. Bazı noktalarda vokaller yetersiz kalıyor. Vokallerin clean ve brutal geçişleri hoşuma gitti. Vokaller şarkıdan şarkıya farklılık gösteriyor. Bu kötü anlamda değil. Şarkıda verilmek istenen duyguya göre değiştiği için akıllıca bir tercih olmuş. Lead gitarlar ise albümün en can alıcı noktası, James Murphy resmen döktürmüş. Adama boşuna virtüöz denmiyor. Müthiş sololar, insanı gaza getirip "anne ben de gitar virtüözü olmak istiyorum" havasına sokuyor.

Albüm, At the Gates ile başlayan bir gelenek haline dönüşen, birbirine bağlı iki şarkı şeklinde başlıyor. Yani birinci ve ikinci şarkı arasında bir saniye kadar bir fark var. Albümün açılış şarkısı Heavensent James Murphy'nin muhteşem solosuyla kendini dinletiyor. Albümü özetleyen bir parça o yüzden açılış parçası seçilmesi bence iyi olmuş. Bu 57 saniyelik solo açıkçası dinlediğim en iyi sololardan biri. Parçaya kulak kabartmakta hiç bir sakınca yok.

Parça biter bitmez Time Will Heal devreye giriyor. Biraz önce bashettiğim geleneği hemen farkedebilirsiniz. Bu numarayı In Flames "Colony" dönemlerinde çok iyi kullanmıştı. Parça çok gaz, albümün öne çıkan parçalarından biri. Thrash riffleriyle benden artı puan alan bir parça. Parçanın sonundaki çığlıklarda vokalin neden bazı noktalarda zayıf kaldığını söylediğimi gözlemleyebilirsiniz.

Üçüncü parça Crown Of The Empire şarkısının başlarında gitarlar gerçekten cayır cayır yanıyor. Arkadan dozunda verilmiş klavyeler parçayı mistik bir havaya sokuyor. Ben albümü ilk olarak, orta okul yıllarında dinledim. O zamanlar favori parçam buydu. Bu ilk üç şarkı Lundemark imzası taşıyor. Death metalin içine rock'n'roll etkisinin çok iyi yerleştiğini bu üç parçada anlıyorsunuz.

Ardından gelen arasıcaklar niteliğindeki enstrümental Kinshasa Highway şarkısı Kontos ve Lundemark imzası taşıyor. Doğa sesleri ve distorsiyonsuz bu perküsyon şarkısı güzel bir çalışma olmuş. Albümdeki enstrümental şarkılarda sevdiğim nokta, şarkıların bittiğinde diğer şarkılara geçiş yaparken insanı acayip gaza getiriyor olması. İşte bu noktada olaya giren Through My Veins görevini yeterince yerine getiriyor. Öğrendiğim kadarıyla bu şarkı radyolara verilen çıkış parçasıymış. İyi bir parça ama ben Heavensent'i tercih ederdim. Parçadaki groovy öğeler iyi oturtulmuş örneğin solo devam ederken aniden kesilip hafif akustik bir dans ritmi duymanız ve ardından tekrar soloya devam edilmesi modaya uygun olmuş.

Albümün altıncı parçası olan The Reckoning orta tempoda bir parça. Thrash ritmleri kullanılmış ama temposu çok yüksek olmadığı için kendini pek belli edemiyor. Bir sonraki parça olan Misery benim favori parçam. Sebebiyse parçanın çok duygu yüklü olması. Vokaliyle, davullarıyla, sololarıyla (parçanın bir bölümünde sadece solo gitarın olduğu bir bölüm var ki) , şarkı sözleriyle süper bir parça:
What a grand day
to again accomplish nothing
on this evening of your life decided
to live is just to die

Sekizinci parça Melting'de vokallerin nasıl değiştiğini görüyorsunuz. Parçaya çok kasvetli bir hava veriyor. Ardından gelen Inhuman keman ile başlıyor ve güzel bir ritm ile gitarlar devreye giriyor. Ardından klavye arka planda çalmaya başlayınca değişken vokallerle beraber süper bir gitar riffi duyuyorsunuz. Bu üçünün uyumu çok iyi.

Onuncu Pain And Sorrow (Segue) parçası Kontos/Lundemark/Murphy imzası taşıyan enstrümental bir şarkı. Albümün sonuna doğru iyi bir hazırlayış niteliğinde. Kullanılan bayan vokaller klavyeler çok harika. Enstrümental şarkı yapmayı Konkhra iyi biliyor bence. Albümün kapanış şarkısı My Belief Murphy ve Lundemark tarafından yapılmış. Ateizm konusunu işleyen şarkı süper bir kapanış parçası. Bas tuşeleri çok sağlam. Murphy lead gitarda yine döktürüyor. Rock'n'roll etkisi en iyi bu parçada kendini
göstermiş. Tam anlamıyla Death'n'roll bir parça.

Weed Out The Weak albümü yayınlandığı zaman Muhafazakar death metal dinleyicileri tarafından çok yadırgandı. Bence yıllar sonra ne kadar haksız olduklarının farkına vardılar. Yenilikçi ve orijinal müzik hep iyi olmuştur. Dinleyiciler de bunun farkında. Çünkü Weed Out the Weak Diehard Records'un gelmiş geçmiş en çok satan albümü. Albüm resmen firmaya level atlattı. Çok eskiden okuduğum bir yorum vardı. Nerede okuduğumu hatırlayamıyorum ama albümle ilgili şu cümle çok hoşuma gitmişti: Weed Out the Weak albümünü popçuların ulaşamayacağı yerlerde saklayınız. Bu yüzdendir ki siz iturocks üyeleri ve ziyaretçileri bu albüm dinlemediyseniz dinleyiniz, dinletiniz. Pişman olmayacağınızı garanti edebilirim.

Konkhra - Weed Out the Weak

Anders Lundemark - Vokal/Gitar
James Murphy - Gitar
Jack Christensen - Bas
Chris Kontos - Davul

1. Heavensent (3.29)
2. Time Will Heal (3.44)
3. Crown Of The Empire (4.51)
4. Kinshasa Highway (1.27)
5. Through My Veins (4.18)
6. The Reckoning (4.37)
7. Misery (4.22)
8. Melting (3.56)
9. Inhuman (4.38)
10. Pain And Sorrow (Segue) (1.58)
11. My Belief (5.20)

Toplam: 42.39