19 Haziran 2008 Perşembe

Dark The Suns - In Darkness Comes the Beauty (2007)


Bir kez daha bir debut albümden bahsedeceğim sizlere. Şu ana kadar yazdığım tüm debut albümlerin Finlandiya’dan çıkması sizce bir tesadüf mü? Bence değil. Bunu tamamen duygusal sebeplere bağlamanın gerçekçilikten uzak olduğunu düşünmekle birlikte, tüm ticari sebeplere değinmenin de başlı başına bir yazı konusu olacağını düşünüyorum. Biz işimize bakalım, Finlandiya seri üretime geçmiş halde yeni (özellikle melodik death alanında müzik yapan) bir sürü grup piyasaya sürse de, bunların arasında sadece birkaçı ayakta kalıp ikinci üçüncü albümlere imza atabiliyor. Dark the Suns, benim gelecek için potansiyeli olduğunu düşündüğüm gruplardan biri.

Grubu tanımaya yönelik kısa bir özet geçersek; grubun vokallerini yapan ve gitarlarını çalan Mikko Ojola’nın, tek kişilik bir proje olarak hayata geçirdiği Dark The Suns, bundan önce iki demo yayınlamış ve son demoları pek çok dergi tarafından yılın demosu seçilmiş. (resmi siteden alınan bilgi.) Peşinden Finlandiya’nın yerel şirketi Firebox Records’la (şirketin en bilindik grubu Saturnus) anlaşarak, kısa bir kayıt dönemi sonrası 2007’nin son aylarında bu albümü yayınladılar. Ben grubu demo dönemlerinde tanımadım, kendileriyle bu ilk albümleri vesilesiyle müşerref olduk.

Grubun kadrosu dört kişiden oluşuyor: Gitar ve vokallerde Mikko Ojola, klavyelerde Juha Kokkonen, davulda Markus Lehtinen ve basta Inka Tuomaala. Inka’nın üstünde biraz duralım çünkü şahsiyetli bir bayan basçı, gerçekten de gruplara görsel olarak her zaman artı puan kazandırmıştır. Herhalde Coal Chamber’ın bu sayede yediği ekmeği (ve belki de imajı çok öne çıkardıklarından yedikleri naneleri) hatırlayanlar olacaktır. Basçı kızımız Inka grup fotoğraflarında öyle aman aman dikkat çekmese de, grubun canlı performansına göz attığınızda sahnede hoş bir etki bırakıyor ve bu da Dark the Suns performanslarına olumlu olarak yansıyor. (Abi grup nasıldı? Bir hatun vardı basçı, devamlı bana baktı oğlum, ayarı verdim sendromu. Anket sorumlusu müdahale etsin bu duruma.)

Grup kayıtlarını hakkında bilgi bulamadığım, kendilerine ait olduğunu düşündüğüm Nightmare Workshop ve Studio Watercastel’de tamamlamış. Kayıdı Mikko ve Juha kotarmış ve hemen hemen tüm Fin gruplarında olduğu gibi mastering Finnvox’da yapılmış. Tahmin edeceğiniz gibi seste sizi rahatsız edecek bir nokta yok. Belki artık bunu yazmamız da gerekmiyor çünkü grupların özellikle öyle bir talebi olmuyorsa (Emrah’ın siteye kazandırdığı terim olan “lo-fi”ye paralel bir istek) günümüzde kötü kayıt dinlemek sık karşılaşılan bir durum değil. Dark The Suns’da da sizi rahatsız edebilecek pek birşey bulacağınızı sanmam. Diktatör Dude, trampetin tonunu sevmedi ama bu işin “zevkler ve renkler” kısmı tabi.

Grubun müziğini tarif etmek son derece kolay, ne de olsa yaptıkları müzik komplekssiz, basit ve rahat anlaşılır. Sert gitar, geri planı oldukça yoğun doldurabilen bir bas tonu ve brütal vokaller. Bu çerçevenin ortasındaysa ana rifi her daim icra eden klavye duruyor, genelde piyano tonları üzerinde gezinerek. Evet piyano lider pozisyonunda ama öyle sanıldığı gibi çok detaylı melodiler çalmıyor size. Genelde üç dört akor basıp, arada bir de gitarın attığı ritmi tarama yapmadan icra ediyor. Bu grubun hem en büyük artısı hem de en büyük eksisi aslında. İlk kez dinlediğiniz şarkı bile hemen aklınızda kalıyor bu sayede ama bununla birlikte, şarkıların çoğu çok sesli çift gitar numaraları için yavan olduğundan, müziği öyle pek de derinlemesine irdeleyerek ya da içinde kaybolarak dinlemenize izin vermiyor. Öyle şunu da duyacağım, bunu da duyacağım diye kafa yorabileceğiniz birşeyler yok çünkü. Olmalı mı? Geleceğiz... Öncelikle Dark The Suns’ın melodik death’le gothic metal arasında sallanan bir sarkaç üzerinde daha çok Crematory tarzı müziğe yaslanmış olduğunu belirtelim.

Grupta en beğendiğim nokta, buldukları riflerin hiç dolambaçlı yollara sapmadan belli hisleri size hemen sunması oldu. Hani bazen bu albüm aslında çok derin diyip üstünde saatlerce kafa patlatıyoruz ya, Dark the Suns’la böyle bir ilşkiniz olmayacağını garanti ediyorum.Ancak bu durumun artı etkisinin yanında, bir de “ama” çıkıyor karşımıza. Rifler güzel ama, şarkıların hemen hepsi sanki aynı rifin üstünde dönüyormüş gibi bir hisse kapılmamak elde değil. Kendi adıma, ilk dinlediğimde tek şarkı sandığım çalışmaların daha sonra çoğunun aslında iki şarkı olduğunu farkedince ben baya şaşırmıştım. Aynı gam üst üste devam edince ve şarkılar arası boşluk olmayınca ister istemez böyle bir yanılgıya düşebiliyorsunuz. Belki biraz sert bir eleştiri olacak ama, bu albümde on şarkı oluşturan tüm bu materyali mesela bir Dark Tranquillity’nin eline verseniz, size herhalde en fazla iki şarkı çıkartır. Evet grup için açıkça “basitlik” etiketi kullanıyoruz. Ancak yine riflerin kalitesini es geçmeyelim ve şunu söyleyeyim, Dark Trnaquillity ya da başka teknik müzisyenlerin bu materyalleri kullanarak yapacakları o iki şarkı kesinlikle hit niteliğinde olur.

Şarkıları ele alalım. Albüm Reflections ile açılıyor. Piyano melodisiyle şarkı isminin uyumlu olduğunu düşünüyorum, gerçekten de birşeylerin yansımasını çağrıştırıyor giriş melodisi, güzel bir şeylerin. Bizi temiz vokallerin karşıladığı şarkının yapısının “temiz tonlu arpejle başla, git nakaratta sertleş, vokalde de temizden brütale dön” klişesi üzerine kurulu olduğunu söyleyeyim. Klişe evet ama kesinlikle tadımlık. Sentenced ve benzeri grupları sevenlerin hoşuna gidebilecek her türlü niteliği içinde bulunduruyor.

İkinci şarkının adı The Sleeping Beauty ve ben sanırım bu ada sahip bir düzine şarkı dinlemişimdir şimdiye kadar. Nakarattan önceki köprü rifinin hastası, peşişıra eklenen nakaratın da takipçisiyim. Gruba karşı sempatim ilk bu şarkıyla oluşmuştu ve şöyle düşünmüştüm: “Beni teknik olarak zorlamadan takdirimi kazanabilen şeyleri özlemişim.” Zaten bu albümün kritiğini yazmama da bu sebep oldu. Aylar önce, ben bundan çok çabuk bıkarım diye düşündüğümü hatırlıyorum ama hala dinliyorum. Benzer bir yanılgıyı Charon için de yaşamıştım. Çok basit olmakla suçlayıp, sonra “e basitse ne olmuş?” dediğim bu iki grubu da şu sıralar severek dinliyor olmam, aklıma yine o soruyu getiriyor: Bazı albümler için çok mu erken karar veriyoruz acaba?

Black Sun. Albümün en hareketli girişine sahip. İleride nakarat olarak karşımıza çıkan bu giriş rifinin haricinde şarkının genel örgüsü bana baya bir Amon Amarth’ı hatırlattı. Ağır solosundan vokal yazımına kadar pek çok yanıyla Melodik Death’in kralları olarak gördüğüm Amarth’a paralel bir yol çizmişler. Bu albümde ilk göz ağrımdı Black Sun ama o zamanlar (yukarıda belirttiğim üzere) bu şarkının bitmiş ve dördüncü şarkının başlamış olduğunu farkedemiyordum.

İş bu vesile ile....Alone, Black Sun’ın sonundan sürükleniyormuşçasına uzayan klavye sesinin üzerine –bence- mükemmel bir giriş yaparak başlıyor. Duygusal olduğu kadar sizi gaza getirme etkisine de sahip. Albümün en güzel anının Black Sun’dan Alone’a geçiş anı olduğu konusundaki fikrim tekrarlanan dinleyişlerimden sonra hiç mi hiç değişmedi.

A Darkness to Drown in albümün benim gözümde vasat şarkılarından biri olmakla birlikte, yine vokal yazımının yardımıyla baya bir Amon Amarth etkisi içermekte. Ha klavye yapısıyla bu şarkı başka türlere de göz kırpmıyor değil.

Altıncı şarkı olan Angel Soul’un klavyelerini ilk duyduğumdan beri “daha önce bir yerlerde duydum ben bunu” hissine kapılıyorum ama o biryerler neresi çıkartamadım. Yine aynı klişe, yavaş ve temiz gitar tonu ile çalınmış kısımları, sertleşen vokal ve gitar karşılıyor nakaratta. Buradan bir başka yazıya köprü kuralım: Bir süre önce yazdığım In Flames kritiğinde grubun tek bir formülü tüm şarkılarda kullandığını yazmıştım. Dark the Suns da bundan farklı birşey yapmamakla birlikte, nitelikli olma konusunda In Flames - A Sense of Purpose’dan ayrılıyor. In Flames aynı yolu izleyerek bize sadece akılda kalıcı nakaratlar ve kötü bir vokal sunmayı başarabilmişken, Dark the Suns akılda kalıcılığı şarkılarının her detayına yaymayı başarmış.

Elbette “güzel” kelimesi tartışılmaya açıktır ve yargı içerir ama bazen bu niteliği tartışırken objenin kendisini unutur, nedenle uğraşırken sonucu kaçırırız. Böylesine basit bir albümü neden sevdiğimi anlamaya çalışırken, ben de bu konuya baya bir kafa yordum aslında ve sonra ne gereği var dedim. Katılıp katılmamak elbetteki size kalmış ama bazen hafif ve basit olanın o bahsettiğim niteliğinin karmaşık olana daha ağır bastığı durumları artık daha kolay kabulleneceğimi düşünüyorum.

Devam edelim ve gelelim Drama for Gods’a. Albümün en sevdiğim ikinci noktası da bu şarkının 2.30 dakikasındaki bateri-piyano geçişi. Herşey susup da sadece bateri ve klavyenin selam vermesi (yine) çok özgün değil belki ama bu şarkıya olduğu kadar yakıştığı başka bir şarkı hatırlamıyorum.

Sekizinci şarkı Ghost Bridges, Alman gotik rock gruplarını hatırlatan motiflerle açılıyor. Albümün en pozitif yapısına sahip olmakla birlikte neden bilmem melodisi aklıma hep “hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” ve benzeri düşünceleri getiriyor. İyi yapıyor. Size dipsiz moral bozukluğu sunmadan da karamsar olabilen şarkılar benden genelde iyi not alır. Bu havası sayesinde, sırf bu şarkıyı duymak için albümü açtığım oluyor.

Like Angels and Demons, ilk şarkı Reflections’ın melodisine en yakın şarkı. Solosunu, (belki de solocuğunu demek lazım hoş şeyler düşündürüyor insana.

Away, aksayan gitarları ve buruk havasıyla kesinlike kapanışa çok yakışıyor. Ayrıca albümle en kolay bütünleşebildiğim anlarından birinin bu şarkının köprü bölümü olduğunu söyleyeyim. Sanırım hepimiz biraz da bunun için müzik dinliyoruz. Şarkıların bize bizi anlattığı anları yakalayabilmek için.

Pekala, grup için son sözler: Müzikte üst düzey teknik birikiminizi test edebilecek içerik arıyorsanız, Dark the Suns size kesinlikle çok basit gelecektir. Yok eğer hemen her tarzı dinleyen ve yeri gelince basit numaralardan da zevk alan bir dinleyiciyseniz, grupla güçlü bir bağ kurmanız muhtemel. Ben kurdum ve bunun nasıl olduğunu anlamadım bile.

Grubun ileriki albümlerini de irdelemek boynumun borcu olsun diyorum.Bu sene Wacken’da sahne alacaklarını da hatırlatayım. Ta oralara kadar gideceklerin dönüşte grubun canlı performansı hakkında bir iki kelam etmelerini rica ederim. (Kuzen senden rica etmiyorum, zira “abi o sırada bilmem kimi izliyodum” gibi bir bahaneyle karşıma çıkarsan direk döverim.)




Yazar ex-illegal baskan - Nisan 27 2008 18:17:02

Hiç yorum yok: