30 Haziran 2008 Pazartesi

W.A.S.P. - Dominator (2007)


Herzaman dinlemekten tat aldığım bir grup oldu Wasp ama ne yalan söyleyeyim hiçbir zaman en sevdiğim gruplar arasında saymadım. İnanılmaz eserler bırakmış olduğu doğrudur. Wild Child gibi, Headless Children gibi, Chainsaw Charlie gibi. (Elbette daha bir sürü var ama benim bugüne kadar en çok dinlediğim üç şarkısı bunlardır.)

Grubun diskografisini takip etmeyi ben 99 tarihli Helldorado’dan sonra bıraktım. Her ne kadar pek çok kişi bu albümü çok sevmiş olsa da ben aradığım hiçbir şeyi bulamamıştım bu albümde. Albümü göklere çıkaran yorumlarla görüşlerimin tamamen zıt olması beni öyle fena soğuttu ki Wasp’tan, sonraki albümler Unholly Terror, Dying For the World ve birbirini takip eden konsept çalışmalar The Neon God 1 ve 2 ‘yi doğru düzgün dinlemedim. Yer yer denk geldiğim şarkılar oldu tabi ama hiç biri de bana ne güzelmiş, bu albümü edineyim dedirtmedi. Sonuç olarak bu ay içinde resmi olarak yayınlanacak olan Wasp albümünün kritiğini, 99’dan beridir Wasp’a küsmüş olan birinin yorumlarıyla değerlendirmiş oluğunu belirtmem gerekiyor… Ve ayrıca bu kişinin, bu albüm sayesinde Wasp’la yeniden barışmış olduğunu da. (En azından Wasp müziğiyle, çünkü kızdığım yanları da var Wasp’ın.)

Wasp her zaman Blackie Lawless’ın önderliğinde ayakta kaldı. İlk dönemlerinde müzik ve sözlerin hizmet ettiği tek bir şey vardı: Rock&Roll… Sonraki zamanlarda Blackie’nin siyasi söylemleri de grubun bir parçası halini aldı. Hem siyasi söylemler ve hem “Fuck like a beast” gibi sanatsal sözlerin bir arada olması belki başka bir grupta yadırganabilir ama ben bunu anormal bulmuyorum. Grubun daha adının açıklamasında bu ikilem karşınıza çıkıyor zaten. Grubu ben her ne kadar alışkın olduğum şekilde Wasp diye yazsam da, esas halinin W.A.S.P olduğunu biliyoruz. Evet ilk görünümüyle eşek arısı (aslında yaban arısı) anlamına geliyor ama Amerikan litarütüründe açılımı “White Anglo Saxon Protestan.” Bu kimlik, Amerika’da milliyetçilik çatısı altında ırkçılık yapan bir grubu sembolize ediyor. (Derin konular.) Dolayısıyla, Wasp Amerikan ırkçıları tarafından çok sevilen bir grup. Amerikan bayrağını sıkça kullanmalarının da bu etkiyi azalttığı söylenemez. Ancak Blackie ve çetesi W.A.S.P’ın açılımının başka şeyleri ifade ettiğini de sıklıkla vurgular. Bunlarda en çok kullanılanı “We are sexual perverts”dir. Fuck like a beast’e yakışıyor doğrusu.

Lafı fazla uzatmadan Domination albümüne geleceğim. Bu albümün detaylı parça parça analizini yapmayı aslında düşünmüyordum ama yine kendimi kaptırıp bunu yaptım. Tüm şarkılar için yazmam gereken şeyler aslında aşağı yukarı aynı. Wasp tam olarak benim onlardan beklediğim albümü yapmış. Tek şarkısıyla bile sıkmayan ve her dakikasıyla “Bu Rock&Roll bebek!” diyen bir albüm. Son bir kaç haftada pek çok köklü grubun yeni çıkan ya da çıkacak albümlerine bakma şansım oldu ama hiçbirini dinlerken bu kadar zevk almadım. Bu şarkı olmamış diyebileceğim tek bir şarkı bile yok ve bu yüzden ne zaman albümü dinlemeye başlasam en son şarkı bitene kadar tamamını dinliyorum. İşte benim için bir albümün kalitesini belirleyen önemli bir kaç noktadan biri: Bir bütüne hizmet etmesi. Hepsi aynı dönemde yapılmış, aynı kafa yapısıyla kaydedilmiş ve evet birbirini mükemmel tamamlamış. Albümün en iyi şarkıları şunlardır demem de bu sayede mümkün olmuyor çünkü söylediğim gibi Dominator belli bir eksen etrafında dönen tek şarkılık kocaman bir albüm gibi. Öyleyse bu ekseni tarif etmek gerekiyor.

Rotayı şöyle çizelim: Tempo yer yer yüksek, yer yerse Wasp’ın çok iyi yaptığını düşündüğüm ballad normlarına bürünüyor. Albümün yavaşlandığı ve hızlandığı anlar asla ve asla sırıtmıyor, şarkı sırası çok iyi ayarlanmış olduğundan. Bateri ve bas yapısı kesinlikle özgün, üst düzey teknik ya da başka hiçbir yerde duyamayacağınız bir şey sunmuyor size ama zaten sunuyor olsaydı parçaların bütününde kesinlikle sırıtırdı. Çünkü şarkılar son derece basit kurallar üzerine kaydedilmiş. Bateri ritmi veriyor, fonu dolduruyor, gitar teknik numaralara girmeden, şarkının melodisini çalıyor ve son dakikalarda mutlaka ama mutlaka vokali susturup solosunu şakıyor. Klasik Wasp soloları, melodik olmakla birlikte öyle tapılası armonileri de yok ama şarkının bütününe güzel hizmet ediyorlar. Bu kuralların üstüne altın oranıysa Blackie veriyor: Yer yer geri vokalleriyle de süslediği inanılmaz güzel ve kendine özgü vokallerle. Bu adamın sesini ne kadar sevdiğimi bir kez daha hatırlıyorum Dominator’la. Rock&Roll’un gaza getirici ve yer yer duygusallaştıran etkisini en güzel veren gruplardan biri olan Wasp’la yıllardrı ayrı kalmanın özlemini de defalarca kez dinleyerek gidermeye çalışıyorum. Ekseni çizdik, şimdi etrafında dönelim.

Açılış şarkısı Mercy. İntro yok, örneklemeler yok sadece mükemmel bir melodi ve sizi direk kendine bağlayan Blackie vokali. Sözleriyse akılda kalıcı olmasıyla birlikte şarkının hissiyatına gerçekten tam oturmuş: “I will make you cry aloud” dediği anda, bu performanstan memnun kalmamak gerçekten zor.

Bateriyle başlayan bir şarkı Long Long Way to Go. Bildiğiniz herhangi bir Wasp şarkısıyla Motörhead ruhunu birleştirin, işte size Long Long Way to go. Gitar solosu nispeten uzun tutulmuş ve kesinlikle vokalin giriş ve çıkış anlarıyla harika bir uyum ortaya koymuş. Hatta solonun, daha doğrusu soloların süresi Blackie’nin vokal süresinden daha uzun sürüyor ve Blackie “faster” derken gitarın hala geride solo atmaya çalışması çok güzel bir etki yapmış.

Take Me Up adlı şarkı albümdeki ilk ballad ve beni The Idol dönemine götürdü, oradan da Headless Children’lara. Giriş melodisi son zamanlarda en çok dinlediğim Fields of the Nephilim şarkısı The Watchman ile neredeyse aynı ama şarkının kalanı son damlasına kadar Wasp. Şarkının üçüncü dakikasında gitarın köprü görevi yaptığı bir kısım var ki tam da Wasp’dan beklediğiniz bir numara. (Ben üstüne solo bekliyordum o noktada yanıldım, kabul ediyorum.)

Tempo yine yükseliyor ve yapı olarak bana Chainsaw Charlie’yi hatırlatan The Burning Man başlıyor. Yüzde yüz gaz ve sözleri kesinlikle ilk anda beyninize yerleşiyor: “Oh run run, daddy’s got a shotgun!” Albümde melodisi en kolay akılda kalan çalışma bu şarkı. Bir de solosunu duyunca ne düşündüğümü söyleyeyim size: Niye artık bu tarz gitar soloları duyamıyoruz gruplarda? Kimse kusuruma bakmasın ama Maiden’da da Slayer’da da solo duyduğumda çoğu zaman sıkılırken Wasp sololarını duymaktan kesinlikle memnun oluyorum.

“I can’t take anymore… I have no more wings…” Evet yine bir ballad ve yine dört dörtlük Heaven’s Hung in Black. Yine the Idol’a uzandım ben. (Girişindeki klavye melodisi bildiğim kadarıyla bir marş. İç savaş dönemi marşlardan biri olduğunu düşünüyorsam da, Amerikan kültürüyle western filmleri hariç o kadar da içli dışlı olmadığımdan tam da bilemiyorum. Norveç milli marşı olsa tanırdım muhtemelen. ) Bu şarkıda “Don’t you leave me tonight” derken Blackie, eğer duygulanmıyorsanız sizi tebrik ediyorum. Ne de olsa, insanımsı görüntünüzün altında, insangillerden çok hayvangillere yakınsınız.

“Heaven’s hung in black” söyleminin şöyle bir hikayesi var bu arada: Bu sözü Abraham Lincoln’un Gettysburg savaşından sonra ölü sayısını gösteren raporlara baktıktan sonra kullandığı kaydedilmiş. ( İç savaşın, en önemli çarpışmalarından biri olduğunu biliyorum ama Spagetti Western’ler de pek karşılaşmadım açıkçası. Eh ne de olsa Spagetticiler Abraham Lincoln’e de yer vermediler hiç.) Blackie’yse Lincoln’den yola çıkıp bu şarkıyı yazarken gözlerinin önüne Irak’ta ölmek üzere olan bir Amerikan askerini getirdiğini ve o askerin cennetin kapısında St. Peter (aziz Peter oluyor) tarafından bekletildiğini çünkü cennette boş yer olmadığını söylediğini hayal ettiğini belirtiyor. Hatta sözde şarkının sözleri bu aziz ve askerin konuşmasıymış. (Bu konuda söyleyeceklerim ileride…)

Heaven’s Blessed için söyleyebileceim hiçbir şey yok. Mükemmel bir giriş ve dip gürültüsü varsa bu şarkıda eğer benim algılayamadığım, eminim o bile son zerresine kadar Wasp’tır.

Teacher… Yine mükemmel bir giriş melodisi. Ardından zillerle yapılan basla tamamlanan bir kısım, kısaca şöyle diyor : “Hazır mısın?” Ve sizi hazırsınız. Adını gördüğümde I don’t need no doctor gibi bir şarkıyla karşılaşacağımı sanmıştım ama yanıldım. O tarz bir şarkı bu albüme yakışmazdı çünkü. “I will be your teacher baby” ve “I will be your teacher preacher” gibi sözleri olan bir şarkıdan nasıl bir ruh hali beklersiniz? Bu şarkıda tam olarak o var işte.

Teacher’dan sonra sona yaklaşıyoruz ve Heaven’s Hang in Black’in farklı bir versiyonunu duyuyoruz bu sefer. Girişteki marş kısmı olmayan ve dipte uzayan giden bir gitar sesini duyduğumuz bu versiyonu da ilk versiyonu kadar iyi. İlk versiyon yedi dakikayken, bu hali 3 dakikadan biraz uzun. İlk versiyonunda girişten sonra distorsiyonlu gitarlar devreye girerken, bu ikinci şeklinde sadece vokaller ve bir kaç notayı dolaşan gitar sesi var.

Ve kapanış: Deal with the devil. Diğer şarkılar Rock&Roll ruhunu daha Heavy Metal’e yakın bir halde bize sunarken bu şarkının melodisi ve gitar kullanımı tamamiyle Rock&Roll. Albümün ortasında bir yerde olsa kesinlikle uyumu bozardı ama sonunda olunca benim sözüm yok. Ha eğer Helldorado dönemini sevdiyseniz, size en yakın gelecek Wasp şarkısı budur diyebilirim. Ancak Helldorado’da hiçbir şarkının kapanışı bu şarkı kadar gaz, bu şarkı kadar güzel değildi. (Yine Chainsaw Charlie diyorum.)

Son olarak Wasp’ın adı gibi albümün konusunda da yine bir ikilem yarattığını belitmek gerek. Yani bana göre albümün büyük falsosundan bahsetmek gerek. Şarkı sözlerine baktığınızda Blackie’nin her şarkıda bir erkeğin ağzından kadınına çıkan sözleri duyduğunuzu hemen anlıyorsunuz. Ancak Blackie’nin bir iddiası var! Diyor ki: “ Bu albümde şarkıların erkeğin kadınına yazdığı sözler olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa bu sadece görünen yanı. Aslında bir emperyalist devletin diğer devletleri kadını gibi kullanmasını anlatıyorum. Çünkü Amerika bunu yapıyor. En büyük müttefiki İngiltere’yi bile her türlü küçük düşürüp kendi amaçları için kullanıyor. Evet erkekler de bunu kadınlara yapıyor. Amerika gibi büyük ülkeler de hem daha küçük ülkelere, hem de bizzat kendi halkına…” “Amerikalı olmakla her zaman guru duydum ama 11 Eylül olayları sonrası Amerika’nın kararlarını ve hareketlerini gördükçe de, bu zaman kadar hiç Amerikalı olmaktan böylesine utandığımı hatırlamıyorum.”

Konuyla ilgili benim yorumuma gelirsek, Blackie’nin Amerikan politik kararlarını eleştirmesini samimi bulsam da, “Aslında biz derin grubuz öyle kadındı, seksti muhabbetleri işin görünen kısmı” söylemi için şunu söylemek istiyorum: “Bir s.ktir git!” Ne yaptığın artadayken, sözler ortadayken ve böylesine güzel bir şey oratadayken niya illa da olduğundan daha farklı görünmek istersin ki?

Albüme çok büyük bir zevkle 10 veriyorum çünkü gerçekten dinlemesi inanılmaz zevkli ama aynı şekilde bu tavra on üzerinden 0 veriyorum, çünkü inanılmaz yapmacık. (Albümün adının ve kapağının da bu tavra hizmet ettiğini görmek gerçekten can sıkıcı.)

Ben Wasp’ın “We are sexual perverts”’ini alıp bu albümü baş tacı ediyorum. Anglo Saxon Protestan kısmıysa bana bir şey ifade etmiyor. Eden varsa bir zahmet Amerika taraflarına yönelsin çünkü “Bu gece seninle aşk yapacağız” diyen bir şarkıdan, aha da Amerika İran’a saldıracak burada onu anlatıyor manasını çıkartabilen bir insanla ben aynı havayı teneffüs etmek istemiyorum.

Mükemmel müzik, mükemmel bir bütünlük, gerizekalıca berbat bir etiket! Daha ne diyeyim…

Şu anki WASP kadrosu:
Gitar-vokal: Blackie Lawless
Gitar: Doug Blair
Bas:Mika Duda
Davul: Mike Dupke

Not: İnternette araştırmaların sonucu: Yukarıda bahsi geçen marş, bizzat Gettysburg marşıymış. Güney’in resmen savaşı kaybettiği çatışmayı anlatıyormuş.
Not2: Clint Eastwood, İyi Kötü ve Çirkin’de her iki tarafa da bulaşıp, ikisinden de hazetmez ama başka filmlerinde genelde güneyli olmuştur.
Not 3: Alakasız not yazmakta üstüme yoktur.

Therapy? - Troublegum (1994)


Yıllardır İngiliz ve Amerikan dergileri tüm zamanların en iyi rock albümlerini seçerler. Genelde Beatles, Pink Floyd ve U2 ikişer üçer albümle bu listeyi işgal eder. Buna sözüm yok ama benim listem hiçbir zaman bu listelerle kesişmez. Kimler bana ne derece hak verir onu bilmiyorum ama tüm zamanların en iyi Rock albümleri listesinde bence kafadan ilk onda olması gereken bir albümdür Therapy? grubunun Troublegum albümü.

Benim bu grupla tanışmam 1992 senesine rastlıyor. O günleri özlemle anarım çünkü müzikal anlamda keşfedeceğim yepyeni bir dünya vardı karşımda. Michael Jackson’dan Vanilla Ice’a doğru uzanan bir müzik dinlerken, Bon Jovi, Metallica ve Guns n’Roses’ la da yavaştan flört ediyordum. Blue Jean dergisinin albüm kritiklerinde Theraphy’nin Nurse albümünün kritiğini görmüştüm. Gruptan Irlandalı Indie topluluğu diye bahsediyordu. Indie hakkında pek bir fikrim yoktu. (Hala da yok J ) Merak içerisinde bu albümü almıştım bir yaz ayında. Sonuç mu? Bu ne be demiştim. Ağır tempolu aksak bir ritmde garip sözler üstüne kurulu gerçekten garip bir müzik. Bu adamlar o sıralar, Amerika’nın Nirvana’sının İrlanda karşılığı olarak piyasaya sürülmüşlerdi. (Doğru bir benzetme değildi. Nevermind gibi bir albümle asla boy ölçüşemeyecek bir albümdü Nurse ama şu var ki Nirvana’nın Bleach albümünün dağınıklığıyla Nurse’un karmançormanlığı bazen birbirini çağrıştırır.)Böylece Therapy?’e kısa sürede bay bay dedim. Yaklaşık bir sene sonra, iyice Heavy Metal denen müziği anlamama da paralel olarak, Nurse’un delicesine özgün bateri partüsyonları olduğunu farkettim. (O zamanlar partüsyon kelimesini kullanmamışımdır herhalde. 12 yaşındaydım sadece. )

Ve 1994 senesinde yine Blue Jean dergisinde Troublegum albümünün çıktığını okudum ancak bu sefer kıyıda köşede kalmış bir kritik değildi. Dergi neredeyse üç ay boyu bu albümden bahsetti. Dahası Rock Kazanı da bu albümden övgüyle bahseder olmuştu. Nurse gibi bir albüm dinleyeceğimi düşünerek albümü satın aldım. Daha doğrusu, o sıralar okulda okuyan ve Rock aşılamaya çalıştığım bir arkadaşıma zorla bu albümü aldırdım ve… Ve albümün kritiği işte buradan sonra başlıyor.

Eminim ki gaza getirici pek çok albüm dinlediniz ama sizi temin ediyorum bu sizin için farklı bir deneyim olacak.. Bu albümü şimdiye kadar dinlemediyseniz, aşağıdaki önergeleri uygulayınız:

1- Mümkünse orijinal cd ya da kaset formatında albümü edininiz. (Tercihen mp3 olmasın çünkü albümde tüm şarkılar birbirine yapışık. Bu ruhu bozmamak gerekli. İlla mp3 olarak dinleyecekseniz, şarkı aralarında boşlukları yok eden bir plug in kullanın)

2- Mutlaka şarkı sözleri elinizde olsun.

3- Sesi kökleyin


İlk şarkı. 1994 senesinden gelmesine rağmen ilk duyacağınız dört nota, pürüzsüz, sert ve aşık edici bir distorsiyonla kulaklarınıza ulaşıyor. Başlıyor herşey. Sadece dört nota ve ardından Andy’nin söyleyecekleri şunlar:

“My girlfriend says… that I need help...

My boyfriend says…I will be better off dead

I AM GONNA GET DRUNK, COME ROUND AND FUCK YOU UP!”

(O üç noktaların olduğu yerde tam anlamıyla saldırgan bir gitar sesi duyarsınız)

Size sadece ne oluyor lan demek kalıyor, içine kapanık her an patlamaya hazır gizli karamsarın sadece iki dakika süren muhteşemini dinler ve bateriye ve gitara ve gruba aşık olurken.

O iki dakikanın sonunda ise tüm zamanların en ünlü Therapy? hiti başlıyor. Bateri altı kez tomtoma vuruyor ve sizi Screamager kucaklıyor. Bu şarkıyı nedir bu kadar özel yapan? Belki inanılmaz tatlı yazılmış baterileri, belki bu kadar enerji dolu olmasına rağmen böylesine de vurdumduymaz olan gitar rifleri. Belki de Andy’nin romanlarda okunduğunda bile samimiyeti ve ahenkiyle sizi saracak olan sözleri.

“With a face like this I wont break any hearts…

And thinking like that I wont make anyfriends…”

“Your beauty makes me feel alone…

I look inside but noone is home!”

-Bu şarkı ne zaman çalsa yeni ergen, çekingen çocuk olurum yeniden. Aşık olacak birilerinin peşinden koşan, hayata aşık olmaya çalışan ama nasıl oluyorsa herseferinde yalnızlığına aşık olan çocuk. Benim için bu şarkı bu yüzden böylesine özel sanırım.-

Screamager’ı Hellbelly takip ediyor. Bu şarkıda çok önemli bir derdi var Theraphy’nin, “You just wanna be Jesus without the suffering” diyor nakaratlar. Melodik yapı hiç durulmuyor ve bateriler ilk şarkıdan beri sanki çalmaya hiç ara verimemişçesine benzer numaralar üstünde küçük eklemelerle devam ediyor. (Malesef ki grup bu bateristi daha sonra yitirdi ve Theapy’nin baterileri asla bir daha böylesine muhteşem olmadı.)

Daha Hellbelly biterken uzayan bir gitar sesiyle, Stop it you are killing me merhaba diyor. Therapy’nin müziğini anlamaktaki dönüm noktalarından biri bu şarkının girişidir bence. Nispeten yavaş bir tonda iki üç rif sıralanır ilk yirmi saniye boyunca ve şarkı durur. İki şarkının birleştiği anlarda durmayan Therapy? bu şarkının otuzuncu saniyesinde durur! İşte bu yüzden Therapy? sonunda soru işareti taşır. Alışmadığınız sözlerle sizi tedavi eden terapistler müziklerinde de bunu korurlar. Duran şarkı öyle bir rifle başlar ki, geride iki notaya vuran gitarın üstüne harika bir çeşitleme dinlersiniz. Tek bir şey hissettirir şarkının bu geçişi. Söze vurumu şöyledir: “Siktir lan!” Yıllar boyu, Andy bu şarkıyı çalarken tam bu noktada mutlaka gülüyordur diye hayal etmişimdir ve benim için unutulmaz bir andı 2004 senesinde Andy’i bu şarkı sırasında canlı izlediğim an. Çünkü en az benim kadar sarhoş olan Andy gerçektende yavşakça sırıtıyordu bu noktada. Sözlerine de değinirsem sanırım şarkının ruh halini daha dinlemeden biraz olsun anlayacaksınız. Şöyle başlıyor şarkı:

“The world is fucked! And so am I”

Ve nakaratta diyor ki:

“Idiot’s authority, promising equality!”

Şarkı inanılmaz güzel rifler sunduktan sonra başladığı gibi hız keserek ve hafifte bir solo kondurarak nihayete eriyor. Siz de terapinize devam ediyorsunuz çünkü sırayı Nowhere alıyor.

“Heaven kicked you out, you wouldn’t wear a tie!”

Emre’yle konuştuğumuz bir muhabbet vardır Dudizm üstüne. Bu şarkı kesinlike Dudizm marşlarındandır çünkü cennete gitmek zerre kadar umrunda olmayan bir adamdan bahseder. Solosu şöyle der şarkının, gel evladım seni içeriye alalım (içerisi cennet oluyor). Therapy’nin cevabı basittir. Yav kalkamam şimdi hocam, bir ara takılırım ben.

Hiçbir yere gitmeyen adamın şarkısını Die Laughing izler. Nowhere’le başlıyan ruh hali bu şarkıda aynene devam eder. Bolca yakınma duyarsınız ama yakınmaların sebebi sadece boşluk doldurmaktır çünkü sorun çözmek zerre kadar umurumuzda değildir. (Soru işaretine başımızı yaslayıp geyik yapmak daha çekicidir.) Şarkı I can’t remember diye biterken, Knives’tan beri en agresif şarkı başlar.

“Don’t belong in this world or the next one.” der Unbeliever ve devam eder, “Than you leave me, like the others, leave me to much time on my own..” Bunca vurdumduymazlık garip bir şekilde depresif bir karanlığa bürünür bu şarkıyla. Therapy? sizden desteğini çekmiştir bir anda. Başınızı yasladığınız soru işareti ellerinizden çekip alınmıştır. Ve sizi yapayalnız bırakır. Çok uzun süre yapayalnız… Ve işte böylesi bir zemine sizi kafa üstü çakarken, bu adamların gerçekten de sorunlu kişiler olduğunu anlarsınız. Güzel başlayan uçuş, “bad trip” e çok kolay dönüşmüştür.

En dibe vurduğunuz anda Trigger Inside başlar. Serttir, agrasiftir ve bir derdi vardır şarkının. Sizi kendi gibi psikopatlık sınırlarına getirdiğini bilir ve şimdi sizin içinizde ne olduğunu size söyler:

“Here comes the girl with perfect teeth,

I bet she won’t be smiling at me,

I know how Jeffrey Dahmer feels,

Lonely, Lonely…”

Şarkı sizden bir Dahmer yaratır. Dahmer kim midir? Tüm zamanların en ünlü seri katili hakkında internette bilgi bulmanız inanın zor olmaz.

Böylesine ritmik bir şarkıyla böylesine depresif olabilecek çok az grup vardır ve bu şarkı yüzünden grubun baya tepki aldığını da herhalde tahmin etmişsinizdir. Şarkı I have got a trigger inside’lardan you have got a trigger inside’lara doğru uzanarak son bulur ve sırayı Lunacy booth alır.

Konu aynen devam eder yalnız bu sefer kendinizi Dahmer’le birlikte bir hücrede “Sin” ve “Christ” konuları üzerine konuşurken bulursunuz. (Albümdeki tüm şarkılar farklı albümlerde hit olabilecek nitelikte ama bu şarkı onların arasındaki en sönük çalışmadır.) Şarkının son sözleri şöyledir: You are just the same as me. (Yalnız olan insanların hepsinin bir bütün olduğunu dolayısıyla ait olamayanların aynı şeye ait olduğunu vurgulaması açısından son derece ironik.)

Lunacy Booth’un üstüne bir kapı kapanma sesi duyarsınız ve Isolation başlar. Şimdi gerçekten hücredesinizdir işte. Bir kez olsun yapayalnız hissettiyseniz kendinizi çevrenizde insanlar varken, bu şarkı size gerçekten birşeyler ifade edecektir. Kendinizle konuşmak ve Therapy? ile konuşmak arasında gidip gelirsiniz. (Isolation bir Joy division cover’ıdır ama öylesine oturur ki albüm Joy Division bile şipheye düşebilir biz bunu Theraphy’den mi almıştık acaba diye)

Isolation’dan sonra Dönüşüm başlar. Kafka okuyanların çok rahat içine düşebileceği bir şarkıdır Turn. Neyin nasıl olduğunu sorgulamak istemezsiniz ama “You turn and face the strange” diye bağıran alt egonuzu bastırabilmeniz çok zordur. Neyin ters olduğunu niye mutsuz olduğunuzu bilmek istersiniz. Şarkı tanrı yakarışlarıyla son bulur.

Ve ne olur biliyor musunuz? Evet Therapy tanrıyı bulmuştur. Üstünkörü bakıldığında son derece gariptir şarkının girişi. Femtex adlı şarkının daha henüz girişinde şöyledir sözler: “Masturbation saved my life!” (Sözlerin görünen anlamı, bedensel mastürbasyonu anlatırken altlarında yatan anlam, Therapy’nin tanrı kavramıyla kesiştiği noktalarda kendini tanrı olarak görmesi ve kendi hayatındaki her bir müdahaleyi tanrının insanlar üstündeki bir eğlencesi, kişisel tatmini olarak görmesidir. Sapkınca belki ama sandığınız gibi satanik bir öge içermiyor)

Femtex albümün en önemli şarkılarından bir diğeridir. Sebebi ise boşlukta sallanan kişinin yeniden umursamaz ruh haline dönüşünü gösterir. Nakarat haricindeki tüm kısımlar, aynı psikopat havayı size sunar fakat nakaratla ruh hali değişir. Umarsamaz şamatacı arada bir geri döner. Neticede bir dişinin sesi son verir şarkıya ve karmaşaya: “That will never mean that I am just for you.” Ses dişidir ama öyle şuh bir vokal değil tatlı romantik bir tını içerir. Öyledir ki delirmenin sınırına uzanmış Andy ve akabinde biz, bu şarkıdan sonra sanki biraz olsun uyanırız. Şöyle der Femtex, ya tamam deliyim manyağım ben ama, abi nerede kalmıştık, bak bizim mahallede bir fıstık oturuyor onun için dünyayı değiştiririm yani. Netice mi? Yok öyle birşey, Therapy? dinliyorsunuz.

İşte sonuçlanmamanın iki arada bir derede kalmanın en güzel anlatıldığı şarkı burada başlıyor. Belirsizliği anlatır Unrequited ve bu belirsizliğin kronikleştiğini.

Kronik belirsizlik hiç de sevgi dolu bir son bulmaz. “I am in hell and I am alone” nakaratı ve mükemmel gitar rifleriyle son derece gaz bir kapanış şarkısıdır Brainsaw. Therapy? umursamaz, yer yer çok kızar, yer yer çok bağırır, hep sevişmek ister, kendisi hariç herkesi hayatın pis olmasından sorumlu tutar. Bu belki eleştirilebilir ama eleştirilemeyecek tek nokta varsa o da bu duyguları müzikle anlatmak konusunda tek kelimeyle üstat mertebesindedir.

Albüm böyle negatif mi bitiyor sanırsınız? O zaman Therapy, Therapy? olur muydu? Gizli şarkıda havada gökkuşağı var, almayın onu çünkü beni çok mutlu ediyor diyor grup.

Yazıyı çok uzattığımın farkındayım ancak Therapy?’i anlamak için gerçekten üstünde kafa yormak gerekli. Yoksa iki dakika dinlediğinizde sert müzik yapan bir grup olduğunu düşünürsünüz sadece. Yer yer alternatiftir, yer yer de metal. Ha bir de Indie ya da Indian, yani kızılderili! Evet öyledir Therapy?, ateş suyunu sürekli tüketir, at sırtında çığlık çığlığa gezer, estetiğe hayran olsa da kafa derisi yüzmekten çekinmeyecek bir şiddet ihtiyacından kopamaz.

Bu albüme kulak verdiğinizde, günümüzde Therapy?’i kopya etmeye çalışmış pek çok grup olduğunu görebilirsiniz. Ama hepsi bir şekilde gerek vokaliyle, gerek sözleriyle ve taklitçiliğiyle benden hep aynı damgayı yer: Ezik. Therapy? ise işini öyle iyi yapar ki başka gruplar gibi sizi salya sümük ağlatmaktansa, depresivite ve melankolinin kesişim kümesini bir de saldırganlıkla kesiştiriverir. Biçimsiz mi oldu? Yazılarınıza sürekli koyduğunuz, hayatın anlamını ararken kullandığınız o soru işaretiniz çok mu biçimli?

Notlar:

1 – Kapaktaki adamın kusan bir zat olduğunu hepiniz farkettiniz değil mi? Peki bedeninin bir soru işareti şekli aldığını?

2 – Albümün yapımcısı Chris Sheldon’dır. Miksajı da o kotarmıştır. Kimdir bu adam? Vaktiyle Roger Waters’la, Terrorvision’la, Radiohead’le, Anthrax’le ve Radiohead’le çalışmıştır. Belki de onun etkisiyle albümün tarzı metal, punk ve pop’un garip bir sentezidir.

Şarkıları üstüste monte edip kırk dakikalık harika bir etki yaratmak Chris’in mi yoksa Andy’nin mi fikriydi bunu bilmiyorum ancak hangisinden çıkmışsa bu fikir, bu sayede Therapy? Dendiğinde ilk akla gelen hep Troublegum olmuştur, bu albümdeki şarkıların tek tek değerlendirilmesi ikinci planda kalmıştır. Ta ki bir sonraki albümde duyacağımız Diane cover’ına kadar. Grup Diane cover’ıyla tüm listelerde en üst sıralara çıkmıştır.

3 – Albümü stantlarda her ismin altında görmek mümkündür. Pop, rock ve metal stantlarında da durabilir. Sanırım en doğru yorumu yine Chris Sheldon yapmış: “ Kolay akılda kalan bir yapıyla pop albümüdür Troublegum ancak Punk’ın enerjisini üstünde taşır. Ancak şu ana kadar hiçbir grup pop yaparken metal rifleri üstüne böyle bir müzik icra etmemişir. Andy’nin vokal performansı ve sert gitar tonları kesinlikle müziği Therapy müziği yapmaktadır.”

4 – Grubun kısa bir sürede hayran kitlesi onlara yeni bir isim takmıştı: “Şeytan Elvis’ler.” Bunun bir sebebi de çıkardıkları son demo da Evil Elvis adlı bir şarkı olmaıydı. Grup bu lakabı sevmiş olmalı ki, uzun süre Elvis tarzı favorilerle gezdiler ortalıkta.

The Old Dead Tree - The Water Fields (2007)


The Old Dead Tree ile yeni tanıştık. Hatta biraz zorlamalı oldu bu tanışıklık. Dikkatimi kapak tasarımı çekti ve ilk artıyı böyle aldı benden. Sonra grubun adını öğrendim. "Yaşlı Ölü Ağaç" üçlemesi hoş şeyler uyandırdı bende. Ne zaman ki kimdir bunlar diye araştırma yaptım, Fransız olduklarını ve tarzları için Dark-Gotik-Pop-Metal kelimeleri geçtiğini gördüm ve tamam dedim, bu bana yaramaz. Sonra birden aklıma çok sevdiğim Novembre geldi. Novembre'nin müziğinin tanımlanmasında da kelimesi kelimesine aynı şeylerin yazıldığını hatırladım. Fransız menşeili gruplardan Elend ve Misanthrope haricinde hiçbirinden zevk almadığımdan, yine hafif bir şüpheyle albüme kulak verdim. İşte tam burada bir tepki vermek gerekiyor. İsterseniz Bingo deyin, ben terbiyesizim ha s.ktir diyeceğim çünkü beklediğimden bir kaç kat iyi bir grupla karşılaştım.

Yaşadığım sürprizden bahsedeyim hemen. Bana grup kime benziyor diye soracak olursanız size tek isim veririm ve bu da yeterli olur: Novembre. İki şeye seviniyorum. İlki Novembre'den yola çıkarak bağlantı kurduğum bir grubun tarzındaki bu benzerlik sonucunda Novembre dinlemek istediğimde bir alternatife kavuşmuş olmak, ikincisi de Novembre'yi tanımlamak için vaktiyle kullandığım benzerlikleri betimlemekle bir kez daha uğraşmak zorunda kalmayacak olmam. (Dileyenler Novembre'nin Materia albümüyle ilgimi yazımı okuyabilirler.) Şunu da söyleyeyim, Novembre'nin Materia döneminden önceki albümlere biraz daha yakın The Water Fields albümü. Bunun en önemli sebebinin de sertlik ölçeğinde The Old Dead Tree'nin son dönem Novembre'ye iki ölçek ağır basması.

İlk paragrafa cevaben grubun ne kadar dark, ne kadar gotik, ne kadar pop ve ne kadar metal olduğunu açıklamam gerek. Dinlediğiniz müzik kesinlikle metal -ki gitarın cazırtısı ve twin pedal atakları bunu sonuna kadar sağlıyor. Metal dünyasının neresinde derseniz, ağırlıkla death metal kıta sahanlığında dolaşıyor diyebilirim. Ne zaman ki akustikler konuşmaya başlıyor ve yer yer sinsi piano sesleri duyuluyor, o zaman dark tanımını yeterince kabul edebiliyorsunuz. Gotik bahsini kapatalım, müzikal tarz olarak gotikle alakası yok ama hissiyat olarak doğrudur. Pop etiketini de illa kabul etmek isterseniz -ki bence gereği yok, fazlasıyla ticari bir etiket, grubun temiz vokallerinin yer yer fazla ağlak kaçmakla birlikte (aha da Fransız vurgusu) pop albümlerinde yeterince karşılaşılabilir bir tonda olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu vokallerde yeri gelince bariz bir Muse etkisi de belli oluyor ama hiç sırıtmamış.

The Old Dead Tree, 97 yılında kurulmuş bir grup ve kurucu kadrodan geriye tek kalan isim vokal gitar Manuel Munoz. Vincent Danhier basları, Foued Moukid davulları çalıyor. Grubun bestelerinde en çok söz sahibi olan diğer gitarist Nicolas Chevrollier'in 2006'da ayrılmasıyla grup zor günler geçirmiş olsa da, LUX EXTERNA grubundan Gilles Moinet'in dahil olmasıyla bu krizi atlatmışlar. Gilles, grubun açıklamalarına göre pek çok besteye yeni yönler çizmiş ve grubu yeni yollara taşımış. Açıkçası, grubun eski hali konusunda pek fikrim yok. Bu albümden önce iki albüm yayınlanmış. Bu albümlerin neticesinde vaktiyle Epica ile bir Avrupa turnesi yapmışlar ama daha da büyük bir patlama yapamamışlar. Grubun eylül sonu çıkacak bu albümle müzik piyasasında bir kaç basamak birden çıkması şiddetle muhtemel.

Çözümlemeye gelirsek, açılış şarkısı Start the Fire ve ikinci şarkı Don't Wake me up'ın içiçe geçmiş bir bütün olduğunu söyleyelim. Ancak bu bir dönem In flames'in falan sıkça uyguladığı biri biterken diğerinin başlaması gibi bir numara değil. Yani aslında Start the Fire hiç bitmiyor sadece Don't wake me up'a dönüşüyor. Alışılmadık bir bağlantı yapılmış ve iyi ki yapılmış diyorum. Neyseki sırf bu bağlantı yüzünden grubun tarzını tanımlarken bir de Progresif kelimesi eklenmemiş. İddiasına varım, Novembre, Opeth, Katatonia sizin müzik zevkinizde önemli yerlere sahipse daha açılış şarkısıyla grupla bir bağınız oluşacak. Albümün başlangıcı kesinlikle sert ve dinamik kotarılmış, kafa sallatma potansiyeli yüksek. Dakika 1.43'den itibaren kendini gösteren kısa akustik arpejde albüm hakkında kısa bir özet sunuyor bize. Albümümüzdeki şarkıların hemen hepsi iki yapının karşılıklı dönüşümüyle iç içe geçmiş. Sert gitarlı, sert vokalli hızlı kısımlar ve temiz vokalli akustik gitarlardan destek alan melankolik kısımlar. Bu iki yapıyı lafa gelince iç içe yerleştirmek kolaymış gibi geliyor ama yapılan iş kesinlikle kolay kolay karşılaşılmayan derecede profesyonelce. Çok fazla rifle karşı karşıya kalsanız bile, kurulan iyi denge sayesinde kafanız yorulmuyor ve müziği rahatlıkla kabullenebiliyorsunuz. (Evet böylece ilk iki şarkıyı tanımlayacakmışız gibi yaparak albümü özetlemiş olduk.)

Dive isimli üçüncü şarkının giriş rifi beni Katatonia Discouraged Ones'a götürdü. Çok yakın değil aslında, temposu baya yüksek bir kullanım sonucu Katatonia'ya göre daha hızlı bir müzik dinliyoruz. Dive iyi bir şarkı ve vokalde bahsettiğim Muse etkisini bu şarkının temiz vokalli kısımlarında yoğun olarak hissedeceksiniz.

What's Done is Done'ın (bence rezalet bir şarkı ismi) ilk on saniyesi piyasayı kaplayan Ezik Amerikan Alternatif müziklerine çok benzese de, sonra bu şarkı sizin için çok fazla şeyi harmanlıyor. Muse etkisi, Alexis On Fire etkisi, hatta In Flames etkisi. Bir de gitarın aralara serpiştirdiği Funk numaralarıyla çok yönlü bir şey çıkıyor karşınıza. Netice nedir derseniz, ben başarılı derim. Albümde en beğendiğim şarkılardan biri. Ancak bu kadar karmaşık giriş çıkışlar, biraz atmosfer ve ruh kaybına sebep olmuş bunu da söylemeliyim. Yine de ben bunu görmemezlikten gelirim çünkü bir şarkının gaz üstüne melankoli sonra bir daha gaz vermesi çok kolay yapılabilen birşey değil. Öyleyse gönül rahatlığıyla bu şarkı için albümün hitidir diyebilirim.

Albüme adını veren şarkı The Water Fields akustiklerle güzel bir başlangıç sunuyor. What's Done is Done'ın karmaşık yapısından sonra bu şarkı daha basit diyebiliriz. Ne de olsa distorşına geçişler de ruh halinizi fazla zorlamıyor size ne veriyorsa ona devam ediyor ancak 2.52 anından sonra grup kesinlikle konserde canlı çalınmak için yazılmış riflerle size bir süre yine kafa sallatıyor. Canlı performans sırasında da Hey Hey diye bağırarak boşlukları doldurmanızın bekleneceğiniz tahmin etmek zor değil.

Is Your Soul for Sale yine her tarzdan müzik dinleyicisini yakalayacak kadar güzel bir girişe sahip. İlerlerindeyse bu her tip müzik dinleyicisiyle sert müzik dinleyicilerini yine ayırıyor ama onların kaçmasına izin vermeden tekrar ilk halini almayı biliyor. Evet ben bunu gerçekten seviyorum çünkü içlerinde ne varsa ortaya dökmüşler ve onların içinde olanlarda hepimizin içinde olanlar gibi. Asla sadece aşk yok, sadece nefret, sadece anlayış ya da sadece korku yok. Hepsi farklı oranlarda ve yeri geliyor biri bazen de diğeri öne çıkıyor. Diğerleriyse kaybolmuyor sadece geri planda sessizce sıralarını bekliyorlar. Bu paragrafı yazdıktan sonra albüm kapağına bir kez daha bakıyorum da, bu kapak temelde tek bir şey anlatmaktan uzakken herşeyi anlatır gibi. Old Dead Tree'nin müziğine ne kadar da yakışıyor.

Is your for Sale'den A Distant Light was Shining'e geçişte yine ilk iki şarkıdaki geçişte olan bağın aynısı var. Yani şarkı diğerine dönüşüyor. Öyle ki, A Distant Light was Shining direk olarak nakaratla başlıyor demek yanlış olmaz. Yine başarılı bulduğum bir şarkı.

Albümün 8. şarkısı olan Regarding Kate'in özellikle müzisyenlerin ilgisini çekecek bir şarkı olduğunu düşünüyorum çünkü bateristin pedal kullanımı kesinlikle özgün. Şarkının aksayıp duran yapısı da gerçekten ilgi çekici. Ancak şunu da söyleyeyim albümde tekrar tekrar dinlemek istediğim şarkılardan değil.

Rise to the Occasion, rahatsız edici bir rif üstüne kurulmuş bir şarkı. Belki bir parçacık Tool'u düşündürebilir. Tool'la pek aram iyi olmadığından mıdır bilmem ama benim için vasat bir çalışma. Malesef ki albümün 5.45 ile en uzun süresine sahip şarkı. Bir tek bu şarkıda tek rif inatla tüm şarkıya hakim olmuş.

Sondan bir önceki şarkı olan Hey!, son derece değişik bir rifle açılıyor. Black Sabbath çalışmalarını andıran bu riften sonra grup kendine özgü geçişli yapısına geri dönüyor. Bu şarkıda da bu basit rif farklı partisyonlar arasında bir bağlaç görevi görmüş. Değişik partisyonlar beni tatmin edecek kadar güzel olduğundan önceki şarkıdaki gibi sıkılmıyorum derken farkediyorum ki şarkı çaktırmadan yine değişerek This is Now Farewell'e dönüşmüş. Bu sefer geçiş öncekilere göre daha rahat hissedilebiliyor. Tabi eğer siz albümü mp3 olarak dinlerken gerekli ayarları yapan bir program kullanmıyorsanız şarkı geçişlerinde saniyelik boşluklar olacağından bu geçişler direk kulağınıza çarpacaktır. Farewell'e gelirsek, vokal içermeyen bu şarkı, elveda demek için güzel bir çalışma ancak yine de albümün en iyilerinden değil. Farewell sonlanırken daha doğrusu bir anda pat diye kesilirken yerini senfonik bir outro alıyor. Bu numaralardan sıkılmış olabilirsiniz belki ama bu kısacık outro bence albümün en depresif anına denk geliyor. İlginç bir an ve itiraf edeyim Marduk'un son albümündeki (Opposer Accuser'daki final gibi mesela) karanlık hissiyatından beri yakalayabildiğim en yoğun karanlık hissiyatı bu outroda gizli.

Albümle ilgili değinmediğim tek bir nokta kaldı o da albümün bir concept albüm olduğu. Bunu da zaten sonradan okuduğumda öğrendim çünkü ruh hali bu kadar değişken bir albümde o concept bütünlüğünü dinleyerek yakalamıyorsunuz. Sözlerini de öyle oturup dikkatli inceleyemedim ki zaten yer yer vokal tekniği yüzünden karambole geliyor. Söz yazımı biraz Anathema'ya benziyor diyebilirim sadece.

Son aylarda yeni keşfettiğim gruplar arasında kesinlikle en iddialı bulduğum grup The Old Dead Tree. Kendileine bu albümle 8, hatta 8,5 veriyor; yaşlı ağaçtan, yaşlandıkça daha da güzel albümler beklediğimi belirtmek istiyorum.

The CNK - L'hymne A La Joie (2007)


Kritik yazmayı özledim mi? Bilmiyorum. Neden kritik yazıyorum bu konuda bir fikrim de var sayılmaz aslında. Yazmayı seviyorum, müziği seviyorum, sizleri seviyorum (yalan), yazarken mutlu oluyorum (doğru) ve gençlere müzik konusunda fikir vermek hoşuma gidiyor (külliyen yalan).

“Külliyen ne abi?”

“Vay, çekirge sen nereden çıktın? En son Samael kritiği yazarken bana destek olmuştun sen galiba. Tabi kız arkadaşının katkılarını da unutmamak lazım.”

“Abi unuttun mu beni sen yarattın, yeni kritik yazma şekilleri ortaya çıkartmaya kasarken. Bu arada kız arkadaş mevzusuna yeniden girmeyelim abi. Kamyoncunun biriyle kaçtı benim hatun.”

“Kamyoncu derken?”

“Bir mesajını yakaladım da telefonda. Üstümden kamyon geçmiş gibi hissediyorum diyordu.”

“Hay maşallah. Neyse derin mevzuları boşverelim. Gel seninle beraber kafa kafaya tokuşmuş iki kamyon gümbürtüsünde diye nitelenebilecek bir albüm üstünde laflayalım biraz. Adına da kritik deriz olur biter.”

“Tamam abi.”

“Grubumuzun adı The CNK. Albümün isminden anlaşılacağı üzere grup Fransız menşeili.”

“Yazılarından az çok biliyorum, sen Fransız sevmezsin pek abi.”

“Müzikal anlamda dersen haklısın, yoksa Franszılar’a direk olarak gıcık olmam, hatta severim.”

“Doğru tabi abi, Fransız öpücüğü falan...”

“Fransız şarabı, hatta Bordeux diyip, öpücük konusunu kapatalım.”

(İç ses: Ulan abuk subuk yazma, senin hatun bir gün okuyacak yazılarını göreceksin o zaman Fransız dipçiğini! İç sese itaat et, iç ses kutsal.)

“Abi, seninle o Samael kritiğine el attığımızdan beri bir kaç kez kritik yazmaya çabaladım oturup ama ne zaman okusam hep tamamını sildim. Neden ben yazamıyorum?”

“Yazamamak diye bir şey yok, az çok müzik kültürün varsa, bir de müzik senin için fonda dönüp duran enstantaneden öte birşeyse sen de yazarsın. Gel bu kritiği beraber oturtalım seninle.”

(İç ses: Ulan müdahale etmeyeyim diyorum duramıyorum ki. Kritik mi yazacaksın yoksa kritik nasıl yazılır onu mu anlatacaksın. Uzatma işte. Dağıtma konuyu, sapıtıp yine anılarını anlatarak boğma milleti de.)
“Pekala. Kritik yazarken grubu önemli kılan birkaç noktaya parmak basmak önemlidir. Mesela, sitede bir süre önce Anorexia Nervosa grubuyla ilgili bir kaç atışma olmuştu. O yüzden The CNK ile ilgili olarak söze şöyle başlıyorum: The CNK, yeni bir çığırtkanla, yeni bir süreçte kaydetti bu albümü diyorum. Çığırtkanın adı Nicolas St. Morand. Eskiden kullandığı adıyla Mr. Hreidmar.”

“A, yani Anorexia Nervosa’nın solisti the CNK’da, doğru mu?”

“Kesinlikle. Şimdi grubu ister istemez Anorexia ile bağladığımıza göre grubun tarzını tanıtmamız, ve varsa Anorexia ile müzikal bağlantılarını kurmamız iyi olur. Anorexia bir Black Metal grubuydu. Benim favori gruplarımdan olmamakla birlikte, Sister September isimli şarkılarının bir Kara Metal hiti olduğunu kabul ederim. The CNK ise sırtını sıklıkla Black Metal’e yaslasa da, tamamen bu tarza ait olarak tanımlanmaktan çok uzak. Nedenini sen söyle bakalım çekirge.”

“Abi nedeni belli. Bir kere Black Metal’de görmeye alışmadığımız şekilde oldukça yoğun endüstriyel ve elektronik bir yanı var. Ayrıca bir de senfonik yanı çok ağır basıyor.”

“Çok doğru. Şimdi albümle nasıl karşılaştığımı anlatayım sana.”

(İç ses: Anlatmasan şaşardım zaten.)

“Diktatörlerden Emrah bana ısrarla tavsiye etti bu albümü, sen severs...”

“Emrah mı dedin abi?”

“Evet?”

“Abi benim manitanın mesajlaştığı herifin adı da Emrah’tı. Tesadüüftür değil mi?”

“Ha, ne? Şey, tabi tesadüftür o, tesadüf. Emrah süt dökmüş kedi gibidir, alakası olmaz.”

(İç ses: Nihahahahaha)

“Herneyse, Emrah tavsiye ettikten sonra edindim albümü ve daha açılış şarkısıyla değişik bir şeyle karşı karşıya olduğumu anladım. Değişik ama aslında daha önce denenmiş olması gereken. Albüm biliyorsun bir introyla açılıyor. Intro canlı performans gibi duran bir orkestral açılışın baterilerle süslenmiş hali ve daha ilk dakika dolmadan bol distorsiyon katkılı Beethoven’ın Dokuzuncu Senfoni’ni dinliyoruz. Aslında ben bu introyu hiç sevmedim onu hemen söyleyeyim.”

“Neden abi?”

“Bir metal grubunun en son yorumlamasını isteyeceğim Beethoven yapıtıdır da ondan. Neşeye övgüdür bu senfoni, biz bunalımlı hummalı siyahseverlere pek gelmez açıkçası. Zaten CNK hemen introdan sonra tarzını biraz daha farklı ögeler üstüne kuruyor. Şimdi bu ögelerin ne olduğundan bahsedelim ve böylece kritik genişleyerek yayılsın.”

“Ben grubun müziğindeki o senfonik şeyleri baya bir film müziklerine benzettim.”

“Bir noktaya kadar haklısın. Girişler ve çıkışlardaki çok sesli korolar ve tabi ki büyük orkestral davullar, özellikle bana da Conan filmlerinin müziklerini hatırlattı. Hatta bir şarkıda baya bir düşündüm bu iş Conan film müziklerinin usta yaratıcısı Basil Poledouris’in mi elinden çıktı acaba diye. Bu noktada hemen önemli bir başka noktaya parmak basıyoruz. Söyle bakalım, bu grup kaç kişi?”

“ Dört kişi. Vokal, gitar, bas ve davul. Değil mi?”

“Evet grup dört kişi ve ilk dinlediğin de insanın aklına şu soru geliyor: Bu adamlar kocaman bir orkestrayla stüdyoya mı girmişler yoksa tüm orkestral numaralar, yer yer kullanılan elektronik ritmler gibi sample mı?”

“Örnekleme abi.”

“Ne?”

“Sample değil, örnekleme.”

“Seni şurada bir örneklerim, osurduğunda bile sesin dijital çıkar.”

“... Sample abi.”

“Sorunun cevabı şu: Grup orkestral altyapıları tamamen kendi programlama kabileyetleriyle üretmiş. Burada grubun gitaristi Ogilvy’in emeği çok. Ancak hemen şunu da belirtmek isterim bu sesler hazır olarak alınmış olsa da, miksaj aşamasında bu seslerin birbirine girmemesi gerçekten uğraştırıcı olmuş. Zaten dikkatli dinlendiğinde grupla ilgili yapılabilecek ilk eleştirinin gitarların nispeten biraz kıyılarda tutulmuş olması olduğunu farkeiyorsun. Cayır cayır gittiği zamanlar var ama albümdeki gitarların büyük çoğunluğu kesik iki üç notalı kombinasyonlardan oluşuyor. Tabi bu grubun belli bir tarzı olmasını sağlamış, o noktada sözüm yok ama beni rahatsız eden bir nokta var. Sanki şarkılar bestelenirken bir adet örnekl..

“Ehehe.”

“Ne gülüyosun?”

“Yok birşey abi.”

“Bir adet sample alınmış, sonra da o sample’dan beste oluşturulmuş gibi hissetmeme sebep oldu. Yani yaratıcılık sıfırdan başlamamış, sanki ilk katı hazır olan binaların hepsinin üstüne iki kat daha çıkılmış gibi hissettim.”

(İç ses: Allah’ın inşaatçısı, başka örnek bulamadın değil mi?)

“Yani diyorsun ki, grup sana göre biraz hazıra konmuş.”

“Öyle gibi hissettim. Ha yanılıyor olabilirim, belki grup bilgisayar ortamında kocaman bir orkestra yaratıp tek tek herşeyi notası notasına yazmıştır ama önemli olan işin malesef ki nasıl yapıldığı değil. Nasıl duyulduğu.”

“Anlıyorum. Grubun tarzıyla ilgili bilgi verdik, başka nelerden bahsetmek lazım peki?”

“Mesela grubun geçmişine değinmek gerek. Bu albüm grubun ikinci albümü. İlk albümlerini çok daha yerel bir firmayla çıkartmışlar ve bu albümle birlikte grup Season of Mist firmasıyla anlaşmış. Tüm ropörtajlarında ve sitelerinde ilk albümlerinin tamamının tükendiğinden övünerek bahsediyorlar. Tükenmiş olan o albümü ben dinlemedim, tek bildiğim bu kadar senfonik olmayıp daha bir endüstri üstüne kurulu olduğu. Grubun bir geleceği olacaksa Lyhmne A La Joie, miladı olacakmış gibi gözüküyor. Albümle ilgili kritik yazan pek çok derginin yorumları genelde çok olumlu ayrıca.

Kayda gelirsek, kayıt Drudonhouse stüdyolarında yapılmış ve grup kayıt sırasında kendisini pek çok filmle beslemiş. Film müziği etkisinin bir sebebi de bu olsa gerek. Müzikal olarak etkileştikleri birkaç filmi sayarsak, Brave New World, A Clockwork Orange ve 1984’ü sayabiliriz.”

“Hmm, bunlar yeterli oluyor mu şimdi abi kritik için?”

“Aslında pek sayılmaz. Bu benim fikrim ve bir zorunluluk değil ama bence biraz hissiyatın içine de girmek gerekiyor. Nasıl abi?”

“Bunun için en etkili yol şarkılarda neler duyumsadığını anlatmaktır. Biz diktatörler olarak genelde şarkı şarkı çözümlemeyi tercih ediyoruz ama bu yazının gereğinden fazla uzun olduğunu düşündüğümden sadece bir kaç şarkıya değineceğim.”

(İç ses: Ne zaman kısa ve öz yazmayı becerebildin ki zaten? Biri sana ders vermeli esas kısa ve öz yazmak konusunda.)

“Albümün intro sonrası ilk çalışması olan Cosa Nostra Klub’ı ele alalım. Bu arada bu şarkının adının grubun isminin nereden geldiğine cevap olduğunu da belirtelim. Şarkının giriş melodisindeki senfonik öğeler ve peşinden geri plana yerleşen dominant erkek sesli koro size muhtemelen vikinglerin hüküm sürdüğü diyarlara rota çizen bir hayal dünyası kapısı açacaktır ama ben grupta bunu algılamıyorum. Böyle hissetsem herhalde The CNK için düşüncelerim daha farklı ve biraz da yavan olurdu çünkü benim elimde bu tip materyal fazlasıyla var. Açıkçası grup benim hayalgücümü beslemektense basit duyumun altındaki teknik bilgiyi kurcalayan merakımı uyandırıyor. Nakarat kısmında solist sert ve eğlenceli takılırken senfonininde kendi bildiğini okuması benim ne Black Metal ne de senfonik müzik seven yerlerimi ilgilendiriyor. Daha çok Punk dinleyen kısımlarım bu müziği seviyor.”

“Abi inan hiç aklımın ucundan bile geçmeyen bir bağlantı kurdun.”

“Önemli olan bu işte. Buraya sadece şarkı güzel, gaz, kafa sallatıyor da yazabilrdim ama o zaman kafanda alakasız bir şekilde Pantera da Slayer da canlanabilirdi. Yani şöyle diyeyim tam nokta vuruşu koyamıyorsan, en iyisi çevreyi tarif etmektir.”

(İç ses: Hasta lan bu. Siz dinlemeyin bu herifi ya, kendi bildiğinizi yapın. Kendisinden bir tane yetiyor buraya, bir kaç tane daha gerekmez.)

“Benim albümde en başarılı bulduğum şarkıyı, The Martialist’i ele alalım. Bu şarkıda yine derin duygular sarmıyor bünyemi. Yani ne o müzikle yaşamayı çok sevdiğim melankoliye kavuşuyorum, ne de böyle deli bir mutluluk yapışıyor bünyeme. Elimde kalan hızlı, göreceliği ne olursa olsun herkesçe kabul görecek bir melodi anlayışına sahip ve titiz davranılarak oluşturulmuş zevkli bir müzik. Şimdi de buradan yola çıkarak finali yapıyoruz çekirge.”

“Evet abi.”

“The CNK sizin hayatınız grubu olacak duyusal tatlar veren bir grup değil. Müziğe yaklaşımları romantik sanatçı etkilenimi gibi hiç değil hatta. Daha çok titiz çalışan bir bilim adamı gibi. Eğer siz müziği önünüze renkler sunan bir sergi gibi görmek istiyorsanız arayışınıza cevap The CNK değil, yok eğer müziğin bir bilim adamının elinden çıkmış belli kurallara dayalı belki daha az çarpıcı ama gayet sonuca ulaşmış, meyve vermiş halini kabul edebiliyorsanız işte bu The CNK.

(İç ses: Bir halt anlamadım ama grubu iyi özetledi galiba bu.)

“Bir de not veriyoruz değil mi abi?”

“Şart değil ama ben alışkanlık yaptım. Benim geçer notum yedidir. Bu grupta geçerden ötesi var. Sekiz fazla gelir yine de. O yüzden yedi buçuk iyidir.”

“Bence de iyidir.”

(İç ses: Değildir. Albüm kötü. Kritik kötü, yazar kötü, yazarın kendi kendisiyle konuşması daha kötü. En büyük benim, en büyük benim!)

-The CNK’nın güçlü senfonik davulları egoyu besler, çokça bağırtır. Benim egomun lafa karışması işte bu yüzdendir.-

Slayer - Christ Illusion (2006)


Eğer bir grubu yıllardır dinliyorsanız ve uzun yıllar sizi etkisi altına almayı başarabilmişse, çıkardıkları yeni bir albümü yorumlamak gerçekten zor bir iştir. Hele de bu albüm bir başyapıt değilse.

Albümü edinmeden önce internet üstünden pek çok yorum okudum ve birbiriyle bu kadar çelişen yorumların bir arada olduğunu daha önce hiç görmemiştim. Genel olarak katıldığım tek bir nokta var okuduğum yorumlarla ilgili: Bu albümdeki yapı, son iki albümün etkilenimlerini yitirmemekle beraber Seasons In The Abyss ve daha öncesi döneme daha yakın.

Son iki albümle birlikte Slayer kimi müzikal değişimler geçirmişti. Aslında çok kökten bir değişim denemez buna. Hız azaltılmış, bas gitarlar daha duyulur olmuş, bununla birlikte yapı hem daha groove hem daha aksak bir hal almıştı. Ancak yine de dinlediğiniz anda bunun Slayer olduğunu anlıyordunuz. Problem şuydu ki, Speed Metal kavramıyla özdeşleşen bu grup, delicesine fanatik bir kitleye sahip olunca, son iki albüm bu kitleden hemen hiçkimseyi tatmin etmedi.
Christ Illusion çıkmadan önce Tom Araya'nın yaptığı iki açıklama var:İlk olarak merak etmeyin duyacağınız müzik yine Slayer müziği olacak diyor. Evet bu gerçekten doğru. İkinci yorumu ise tarihimizin en hızlı albümünü kaydettik şeklindeydi. Açıkcası bu doğru değil. Gerçektende metronomu düşük değil albümün ancak Reign In Blood la kıyaslanamaz. Üstelik Dittohead gibi bir şarkısıda var bu adamların Divine Intervention'da ve böyle bir hız denemesini bir daha yapacaklarını sanmıyorum.

Albümün açılış şarkısıyla birlikte Slayer'ın daha köklerine dönük bir albüm yaptığını hemen anlıyorsunuz. Nitekim, Flesh Storm sizi Seasons yıllarına götürüyor. Sonraki şarkılarda Hell Awaits'den Reign In Blood a kadar her albümü çağrıştıran birşeyler yakalayabiliyorsunuz. Bununla birlikte Slayer'ı Diabolus ve God Hates Us All dönemiyle seven varsa (var mı böyle bir insan ya? ) onlara da hitap eden çok şey var.

Şimdi bunları yazdıktan sonra albümü başarılı bulmuşum gibi bir izlenim uyandırmış olabilirim ama malesef ki durum aksine. Albüm gerçekten de son iki albümden iyi ancak daha önceki albümlerden hiçbirinin yanına yine yaklaşamıyor. Eksik olan ne diye sorduğumda kendime, şu cevabı bulmam uzun zaman aldı: Bütünlük problemi. Albümdeki her bir şarkı sanki hep alakasız zamanlarda yazılmışta çok sonra bir araya getirilöiş hissine sahip. Yani önceki albümlerde hep bir akıcılık hissederdim ancak bunda o akıcılığı hissedemiyorum.

Benim için yapıdaki bir rahatsızlıkta, dur kalkların fazlalığı. Başka gruplarda problem olmasada Slayer'ın müziği hep azgın dalgalı bir Nehir gibi olsun istiyorum. Bu dur kalklarda bazen sırf vokal kalması gibi numaraların olması da yine benim zevkimin dışında kalıyor.

Albümde soloların çoğu Hanneman stilinde. Yani notaları uzatarak atılan sololar var. Kerry King'in bir an önce bitsin bu solo dercesine üstüste nota yağdırdığı sololara çok fazla yer verilmemiş bu albümde.

Baterilerle ilgili bir fikrimi söylemeden edemeyeceğim bu arada. Bilindiği gibi bu albümde yine Slayer'ın efsane bateristi Dave Lombardo çalıyor baterileri. Paul Bostaph'ın yerine geri gelen Lombardo her ne kadar pek çok kişiyi sevindirdiyse de ben bu görüşe katılmamıştım. Evet Lombardo Thrash Metal'in en büyük bateristlerinden biri ve kendine has bir teknik yarattı ancak yıllar boyu bu tekniği o kadar çok duyduk ki başka gruplardan artık Lombardo stili o kadarda orjinal gelmiyor ve Paul Bostaph'ın kendine özgü tüm aksamları kullanarak davulu konuşturması benim en sevdiğim özelliklerdendi son yılların Slayer'ında. Divine Intervention ve Undisputed Attitude'un beteri partisyonları gerçekten mükemmeldi. Ben o yüzden Paul'un Slayer'ın kaybı olduğunu düşünüyorum yerine gelen adam Dave Lombardo bile olsa.

Albümdeki şarkılardan benim en çok ilgimi çekenler SUpremist,Flesh Storm, Jihad, Skeleton Christ ve Consfearecy oldu. Bununla birlikte başta bu şarkılar olmak üzere diğer tüm şarkıların söz yazımlarında da bugüne kadar Slayer'ın en saldırgan sözlerini yazdığını söylemeliyim. Daha öncede Tanrı karşıtı sözler yazıyorlardı ancak ben hiç bu kadar sert olduğunu hatırlamıyorum. Üstelik bu sefer tek yönlü olarak Hıristiyanlık'a değil tüm dinlere saldırı var, Jihad adındaki şarkıdan da anlaşılabileceği gibi. Bununla birlikte her yerde Katolik olduğunu açıklayan Tom Araya'nın yorumlarını düşününce bu sözlerin sahneye çıkarken sürülen makyajdan başka hiçbirşey olmadığını düşünüyorum. (Tom hepsi Kerry'nin suçu diyor ama Kerry bu konuya cevap vermek yerine bira içmeye devam edin diyor.)

Albüm Slayer sevenler için dinlenilebilir nitelikte. Eski klasikleri dinlerken arada bir buna da takılabilirim diye düşüneceğinizi tahmin ediyorum. Gel gelelim, ilk kez slayer dinleyecekseniz bu albümü tavsiye etmiyorum.... Yeni dinleyecek kişi önce kan krallığında, kan yağan göklerin sesini duymalı. (Reign In Blood) Sonra cennetin güneylerini görmeli... (South Of Heaven)...Cehennemin efendilerinin büyüsüne kapılıp belki de cehenneme gitmeli, melekler zebanilerle savaşırken. (Hell awaits)... Ulaşacağı nokta içerilerde, psikolojisinin karanlık diyarlarının çevresinde olacaktır.Oralarda uçurumdaki mevsimlerin değişimini izlemeli. (Seasons In the Abyss)... İşte o zaman ilahi daveti duyacağından eminim(Divine Intervention)....Ve o zaman Slayer'ın tutumunu anlayacaktır... Yıllardır değişmeyen, tartışılmaz tutumunu (Undisputed Attitude)

Samael - Solar Soul (2007)


Samael, cehennemin kapısındaki bekçilerinden biri, dolayısıyla tavizsiz. Samael, Lilith'in kendini sunduğu iblisin adı, dolayısıyla aşk ve seksin, peşinden yasağın bilincinde... Ya da bu anlatımın 2000'li yıllar versiyonu: Samael, black metalden endüstriyele uzanan, benzersiz bir müzik grubu.

En sonunda yeni albüm tamamlandı ve haziran başında raflarda yerini alacak olan albümün promo kayıdı elime geçti. Şunu baştan söyleyeyim, son yıllarda hiçbir albümün çıkışını bu kadar merakla beklemedim, dolayısıyla siz tahmin edin bu yazının nasıl bir insanın kaleminden döküldüğünü. Evet, Samael benim için önemli bir grup. Tavrıyla, sahnesiyle ve hayran olduğum yaratıcılık kapasiteleriyle. Rain'le bağırmayı, Us ve Moonskin'le aşkı anlatılmamış şekilleriyle gözlemlemeyi, Reign of Light'la ellerimi iki yana açıp özgür hissetmeyi, Rebellion ve Exodus'la da güne başlayıp hayatın koşuşturmasına karşı atak geliştirmeyi çok severim. En sonunda yeni bir kapı daha açtı Samael. İşte Solar Soul.

Bu yazımda Samael'in kimilerince bozulma olarak görülen müzikal gelişimini detaylı olarak anlatmayacağım çünkü bunu zaten bir önceki albüm Reign of Light'ın kritiğinde ve peşinden gelen yorum yazılarında yeterince yaptım. Dileyenler o yazıya buradan ulaşabilirler. Yine de ilk defa Samael'le tanışanlar için müziği kısaca tarif edelim. Karşımızdaki grup elektronik etkiler kullanmaktan çok zevk alıyor. Xy, grubun klavye ve bateri düzenlemelerini yapan şahıs, besteleri de yapan kişi olduğundan müzik klavye melodileri çevresinde dönüyor. Sert gitar tonları ve riflerinden dolayı grup birilerine benzetilmek iştendiğinde genelde akla ilk olarak Rammstein geliyor ancak bu yakınlık bile oldukça mesafeli. Rammstein'a göre çok daha teknik bir müzik var karşımızda ve bu teknik yaklaşım, klasik müzik etkileri üzerine kurulu. Üç ölçek Rammstein, iki ölçek Nine Inch Nails, bir ölçek Kovenant ve orkestral düzenlemeler için de çeyrek ölçek Beethoven kullanıp, bu karışımı fusion elementleri, karmaşık elektronik bateri ritmleri, hırıltılı bir vokal ve sert gitar tonlarıyla tatlandırırsanız, Samael'in müziğine biraz yaklaşabilirsiniz ama en iyisi grubu dinlemek olur çünkü beyazın ne olduğunu bilmeyen birine karı tarif etmek zordur. Samael örneklenerek anlatılabilecek kar olmaktan çok, örneklemelerde kullanabileceğiniz beyaz kadar kendine özgü bir müzik yapmakta.

Albümün geneli hakkında söylenecek çok şey var aslında, çünkü Samael'in bu albümde sürprizleri var hemen dikkat çeken ve yer yer gerilerde duran. Ancak bu sürprizleri, şarkıların anlatımı esnasında vermeyi daha uygun buluyorum. Bunun da nedenini hemen söyleyeyim: Albümde benim falso olarak niteleyeceğim bir nokta var: O da içinde ruh halinin yer yer değişmesi ve bütünlük hissiyatının biraz sekteye uğraması. Bütün yerine parçalardan gitmek işte bu yüzden bu albüm için uygundur.

Açılış şarkısı albümle aynı adda: Solar Soul. Samael dinleyenler çok iyi bilirler ki bu adamlar inanılmaz iyi açılış şarkısı yaparlar. O şarkı öylesine iyi seçilir ki, o albüm sonrası çıkılan turnenin açılış şarkısı da mutlaka o olur. Bunu da genelde sert tonlu kesik gitar rifleri ve seyirciyi azdıran vokallerle yaparlar. Dolayısıyla Samael'in bir best of'u çıksa (-ki Centuy Media böyle bir best of'u piyasaya sürüyor) herkesin içinde görmeyi beklediği şarkılar genelde albümlerin açılış şarkılarıdır. Solar Soul'da ise açılış şarkısında bir sürprizle karşımıza çıkıyor Samael.

Girişte, elektronik bir örnekleme bize merhaba diyor ama öylesine seçilmiş ki bu merhaba, sanki başka bir şarkının sonundan buraya miras kalmış gibi. Benim bu konuda bir yorumum var elbette. Geçen sene Samael bilindiği gibi Era One adlı bir proje çıkardı. Gitarsız, tamamen elekronik olan bu çalışmayı grup Era One ismiyle yayınlamak istedi ama Nuclear Blast, Era One by Samael adını kullanınca, Samael bir kez daha eleştiri yağmuruna tutuldu bu adamların artık rock ve metal müzikle bir alakası yok diye. Dolayısıyla Solar Soul'un girişi birşeylerin devamı olduğunu hissettiren bir numarayla başlıyor. Hesap ortada, Reign of Light'ta nerede kaldıysak oradan yola devam ediyoruz diyorlar ve ben bu yolda onlarla olmaktan son derece zevk alıyorum. Sonuç mu? Hiçbir gruba benzemeyen tamamen Samael'e özgü gitar tonu aynen yerinde. Vorph'un vokali aynı, hatta bir önceki albüme göre daha iyi düzenlenmiş ve Vorph söze çok güzel başlıyor: "Go, if you want to know!"

Solar Soul'un Samael tarihi için önemli bir şarkı olduğunu düşünüyorum çünkü bu şarkıda klavye merkezde durmuyor. Çoğu yerde olayı geriden yönetiyor. Yine geri planda olayı yöneten besteyi yapan Xy ancak gitarın ön plana çıkması acaip güzel bir tat vermiş. Vorph yine şarkının sözlerini kişisel gelişim kitaplarındaki sözler gibi yazmış. Aslında bana bu hep kara mizah gibi gelmiştir ama bu müziğe acaip yakışıyor. "One Nation, generation, connecting people, in the collective mind."

Şarkı kesinlikle albümün en iyi çalışmalarından biri. Nedenlerine gelirsek, ilk olarak nakarat sonrası başlayan harika gitar rifinin belirtmem gerek. Ancak bundan daha önemli olan, kesinlikle dikkat etmeniz gereken bir nokta var: Şarkının süresinde kayıtlı olduğu nokta 2.59. Bu noktada Xy öyle güzel bir geçiş düzenlemiş ki hayran olmamak mümkün değil. Ben ilk duyduğumda bunlardan daha fazla isterim dedim ve merak etmeyin fazlasıyla var albümde. Senfonik müzik yaptığını iddia eden pek çok grubun bu detayı duyması gerek. Xy bu işi gerçekten çok iyi biliyor ve bana Samael'in birgün sahneye kocaman bir orkestrayla çıkacağı gerçeküstü bir hayalin kapılarını aralatıyor. Yazdığı kısım tam olarak yaylılardan duymak isteyeceğiniz harika bir geçiş.

Üstünde bu kadar uzun konuştuğum mükemmel bir orkestrasyon içeren Solar Soul için iki şey daha söyleyeceğim, aklınızda tutun: Vorph şarkı aralarında, sürekli hırlıyor. Bir de bu şarkının ruh hali kesinlikle depresif değil. (Kenara yazdım bunu)

Promised Land'e, ikinci şarkıya merhaba diyoruz. Neyi aklımızda tutuyoruz? (Hırıltı ve depresif olmama durumu demiştin abi. Sanırım bu depresiflikten uzak durma Samael'de çok karşılaştığımız birşey değil, doğru mu? )Evet kesinlikle öyle. Üstelik ikinci şarkının pozitif etkisi ilkinin iki doz üstünde. Samael ilk iki şarkıyla gerçekten aydınlık bir etki bırakmış ve alkışlanası bu iki iyi şarkı üstüste güzel oturmuş.

Promised Land'in adıyla söylememiz gerken bir şey var bir de. (Tevrat'tan bu değil mi abi? Ne alaka, bunlar dindar bir müzik mi yapıyor?) Böyle bir saptama doğru olmaz ancak Vorph'un din gibi kitlesel etki bırakan düşüncelere büyük sempati duyduğunu söyleyelim. The Cross'la Hıristiyanlık'a, Inşallah'la İslam'a dokunmuştu, sırayı da bu şarkı almış. Kitlesel hareketlere de sempatisi olduğundan, bir dönem Ein Reich, Ein Volk, Ein Fuhrer yazılı Samael tişörtleri görülmüştü piyasada.

Şarkının artılarını sayarsak, ilk olarak nakaratı gerçekten mükemmel. Ve evet, bir de Xy öyle bir orkestrasyon kullanmış ki 3.09 noktasında, ilk şarkıdaki etki bunun yanında geride kalmış. Nakarattaki çift kanal vokal kaydı, vokalistlere okulda ders olarak okutulmalı. Hırıltılar demiştim ya? (Evet abi,hatırladım.) Bu şarkıda da fazlasıyla var, bunu da not al, bu kısma geleceğiz.

İlk iki şarkı bittiğinde, kafamda tek bir şey vardı. Samael Passage'dan sonra, 2007'de bir daha milat yaşıyor olsa gerek çünkü grup Passage albümüyle (Ep'leri saymıyorursun sanırım, anladım abi) tarz olarak negatif devam ederken, şarkı sözlerinde karanlıktan çıkıp aydınlığa ulaşmaktan bahseder olmuştu. İşte bu albümün ilk iki şarkısınd,a sözlerle birlikte müziğin de ışığa çıktığı bir etki göze çarpıyor. Ancak ileriki şarkılar gösterdi ki, bunu düşünmek için erken davranmışım. Samael, Yin-Yang anlayışını çok sever, Ceremony of Opposites'i bilenler iyi bilir. İçiçe geçen iyi ve kötü karşılıklı birbirine diş geçirir, iyinin içinde kötü bir noktadır, kötünün içinde de iyi. İşte bu iki şarkı karanlığın içindeki iki aydınlık noktadan ibaret.Üçüncü şarkıyla birlikte pozitiflik kaybolmaya başlıyor.

Üçüncü şarkı Slavocracy, albüm çıkmadan Samael'in sitesinden yayınladığı bir çalışmaydı. Mastering'i bitmemişti. Görüyorum ki giriş rifinin üstüne Xy klavye yerleştirmiş ve ilk halinden çok daha etkili bir hale sokmuş şarkıyı. Sözleri ve gitar yapısıyla albümün Passage dönemine uzanan ilk kancası diyebiliriz. Takılınması gereken bir kanca. Güzel bir noktada kendine yer bulan bu şarkı, albüm içinde dinlenmekten zevk alınacak bir yere oturmuş. Sertliğin yayılmaya başladığı güzel bir nokta. Passage döneminin en güzel yanı olan karmaşık bateri yapılarının geri gelmesi de ayrıca sevindirici. Hemen şunu söyleyelim, Reign of Light'ın tekdüze baterilerine kıyasla bu albümün baterileri birkaç adım ileride.

Western Ground'un girişini duyduğum anda çok sıkıcı damgasını yapıştırdım. Exodus döneminden miras kalma doğu etkili bir melodi üzerine kurulu. Hemen şunu belirtelim ki bu doğu etkisi albümde pek çok şarkıda göz kırpıyor ve artık Samael'in bir parçası olmuş gibi duruyor. (Orphaned Land gibi mi?) Hayır. Onlar gibi direk o kültürün müzikal öğelerini kullanmıyorlar, ancak kimi yerlerde melodiler batının akor düzenindense doğunun makam düzenine uygun olarak kuruluyor. Sıkıcı başlayan bu şarkıyı da, bu doğu etkisi ve nakarat sonrası giren klavye melodisi kurtarıyor. Vasat giriş melodisi ve vasat giriş vokali, bu kısım yüzünden affedilebilir ne de olsa Xy'nin performansı yine göz dolduruyor.

Şimdi... On the Rise... Ne oluyor be diyebilirsiniz bu girişe, çünkü beklenmeyecek bir şekilde hızlı başlıyor şarkı. Anlattığı seyler Reign of Light ve My Saviour şarkılarının bir karışımı gibi. Passage dönemine ikinci kanca, ancak kimseyi kandırmayalım, bu şarkı Passage'da olsa asla öne çıkamazdı o albümde. Albümün ve son yılların en sert Samael şarkılarından biri olduğunu söyleyebiliriz. İlk dinlediğimde çok ilgimi çekmemişti ama albüm tekrar tekrar çalarken, bir kaç kez On the Rise başlasın diye beklediğim oldu. Orda mısın? (Ya, manitayla konuşuyorum telefonda! İki dakika rahat bırak be abi!) Söyle manitana, ben bu şarkıyı duyunca şüphe ettim acaba bu beste gerçekten de bu dönemde mi yapıldı yoksa Passage dönemi yapıldı da yeniden ısıtılıp bize mi sunuluyor diye. (Efendim aşkım? Yok ya manyağın birine çattım da, Samael diyor başka birşey demiyor.)

Sırada Allience var. Alliance...(Zırrr) Alo? (Afedersiniz, erkek arkadaşım şey dedi Samael'in yeni albümünün kritiğini yapıyormuşsunuz.) Evet? (Benimde bir katkım olsun diye şeyettim.) Şeyet tabi. (Alliance şarkısı da bana Together adlı şarkıyı hatılatıyor. Acaba o da Eternal albümü dönemi bestesi olabilir mi?) Olabilir evet. Ancak bu şarkının ara kısımları kesinlikle şey... Nasıl desem,. (Oynak?) Evet, öyle. Grubu bu şarkıyı çalarken kesinlikle canlı izlemek lazım... Ya baksana Allience konusunda seninle aynı düşünüyouz ya? (Evet?) Boşver erkek arkadaşını gel seninle bir Alliance yapalım biz. (Hayvan! Çat.) Şarkı güzel ama yıllar sonra akılda kalacak bir çalışma da değil. Orkestrasyon çok geride kalsa da yine çok başarılı. Xy Passage için yaptığı gibi bu albüm için de klasik müzik etkili bir ekstra çalışma kaydetse gerçekten tadından yenmez birşey çıkar karşımıza.

Albümün yine güçlü ve sert şarkılarından biri Suspended Time. Benim de favorilerimden. Passage dönemini anımsatan numaralar var ancak o dönemde dahi olmayan bir numara var ki, cidden şaşırtıcı. Şarkının nakaratını Vorph, eğitimli bir bayan sesiyle birlikte söylüyor. Vokali duyduğumda Cradle'dan tanıdığımız Sarah Jezabel Deva bu dedim ama bu konuyla ilgili hiçbir bilgiye ulaşamadım. Bu şarkıya kadar bahsettiğim tüm şarkıları bana kim olduğunu söylemeden dinletseler direk Samael derdim ancak bu şarkının nakaratını dinletseler Vorph'un sesinden emin olmadan önce aklıma ilk gelecek isim Cradle Of Filth olurdu. Albümde kaçırılmaması gereken şarkılardan. (Zırr) Alo? (Ya bak senin hayvan olduğun konusundaki görüşlerimi değiştirmedim ama, bu şarkıda bayan vokali büyük ihtimalle şu anki Elis solisti olan Sandra Schleret yapıyor. Önceki albümde Heliopolis'de de o geri vokal yapmıştı çünkü.) Heliopolis'de geri vokal mi vardı? (Hani böyle iç çeker gibi inliyordu ya başında?) Nasıl inliyordu, yapsana azıcık. (Ya hani böyle...Öküz! Çat.)

Valkyries New Ride. İlk duyduğum anda bile işte bu dememi sağladı bu şarkı. Bu nasıl gaz bir giriştir. Ve bu nasıl tatlı bir vokal başlangıcıdır? Hırıltı... Hişşt! (Abi baktım notlara iki kere hırıltı diye not düşürtmüşsün. Bir de benim kız birşeyler dedi hırıldamakla ilgili, arada sana küfür ediyordu ama tam anlamadım derdini.) Bu şarkının girişinde "hı, he, hı, he" gibi sesler çıkarıyor Vorph ve şarkının ortasında da bu eğlencesine devam ediyor. Elektronik geçişleri ve nakaratındaki pozitif ruh hali gerçekten dinlenmesi zevkli bir yapıt olmasını sağlamış bu şarkının. İddia ediyorum, vokal yapmaktan zevk alan ve o doğrultuda da böylesine eğlenen Vorph gibi çok az solist var şu anda. Sözlerini henüz tam olarak çözemedim, çözdüğümde bu şarkının hastası olma ihtimalim çok yüksek. Vorph'un vokali için şunu söyleyelim, kesinlikle kendine özgü işler yapıyor. Sözleri zaten özgün, tekniği de öyle. Ancak hepsinden önemlisi hiçkimsenin yapmadığı kadar atraksiyon katıyor hemen hemen tüm şarkılara.

Gelelim, zurnanın zırt dediği yere. Şarkımızın adı Ave! Samael'den konuşulduğunda grubu tanıyan tanımayan herkes ukalalık yapar, grubu kötü çocuk olarak nitelemek kolay olduğundan. (Bırak abi ya, ben onları black metal yaparken seviyordum. Tırt çıktılar.) Peki canım Samael'in yaptığı black metal nasıldı? (Şey abi, bir albüm vardı hani... Aşkım neydi o?)( Şu herifle muattap etme beni ya, Samael demoları saymazsak sadece iki albümünde black metal yaptı. Worship Him ve Blood Ritual.) Evet ve yöntemi basitti. Sert vokali, yapışkan çok tekrarlı gitarla kamufle et, düşük tempolu ama yüksek tuşeli baterilerle bunu depresif kıl. Git sevgiline söyle, özellikle Blood Ritual dönemi black metal arıyorsa gerçekten buyursunlar Ave!'e. Bu şarkı o dönemin ruh haline çok yakın. Yapısı da neredeyse aynı sadece gitarları modernize edilmiş. Tek başına değerlendirildiğinde iyi bir şarkı ancak albüm içerisinde ruh bütünlüğünü bozuyor. (Bu herif bana laf mı şoktu şimdi?) (Yok bir tek sana değil, galiba genel anlamda Samael dinlemeden zevzeklik yapan herkese kaptırdı.) Black metal yapacağım diye yola çıkan grupların çalışmalarının genelde sahte olduğunu düşünüyorum. Müziğe gerçekten ruhundan bir parça üfleyen kişiler, sadece içeridekini dışarıya duyururlar. Sonuş bazen karanlık bazen aydınlık, bazen black metal, bazen hard rock'tır. Önemli olan içeridekini dışarıya sumaktır ve Samael işte bu noktada çok başarılıdır. Tabi çok az kişi bilir Blood Ritual albümü sonrası Vorph'un şöyle bir açıklama yaptığını: "Bir daha böyle hissetmek istemiyorum ve böyle hissetmekten korkuyorum. Bu şarkıların yazım sürecinde yaşadıklarımı bir daha yaşarsam, bu hayata devam edemeyebilirim."

Quasar Waves albümün yine sürpriz şarkılarından biri. Şu döneme veya bu döneme benziyor demek zor çünkü bu şarkı daha önce bahsettiğim doğu etkileri taşımaktan öte tamamen doğu motifleriyle kurulmuş. Ciddi ciddi acaip oynak kılınmış. Yani bu ritmle göbek atmak gerçekten mümkün. Ara kısımlarda Vorph'un Hey,hey,hey nidaları da acaip zevkli birşey çıkarmış ortaya. Sözleriyle de öne çıkıyor şarkı.

Son şarkıya geldik. (Zırr.) Ahahah, biliyordum bu kızın yeniden arayacağını. (Caner, ben Emre.) Sen nereden çıktın oğlum? (Abi yazının taslağını yollamıştın ya bana göz atayım diye, dayanamadım geldim. Son şarkı olan Olympus için albümün en zayıf halkası yazmışsın. Ben sabah akşam bu şarkıyı dinliyorum, bence taş gibi şarkı.) Tamam Emre, fikirlerini dikkate alacağım.Şarkının hala albümün en zayıf çalışması olduğunu düşünüyorum ama en azından adı sempatik. Giriş melodisine de sözüm yok, hatta buradaki aksak giriş takdire şayan ama yine de şu eleştiriyi yapayım: Her albüme müthiş ihtişamlı giriş yapan Samael, kapanışları bir türlü bu kadar ihtişamlı yapamıyor. Temponun çok fazla düştüğünü düşünüyorum bu şarkıda.

Grubun resmi sitesindeki bilgiye bakılırsa, grup albüme bir de bonus şarkı ekleyecek ancak bu şarkı promoda yer almıyor. Belki o şarkının eklenmesiyle kapanış daha lezzetli bir hal alır. Gerçi grup bu şarkıyı en sona değil ortalara koyacağından bahsediyor.

Sonuca gelelim. Samael benim beklentilerimi karşılayan bir albüm yaptı. İlk defa Samael dinleyecekler için uygundur bu albüm. Samael'le daha önce tanışıp yaptığı müziği sevenler de zevk alacaklardır Solar Soul'dan. Yok hiç Samael dinlemediyseniz ve yıllar önce Samael konserinde no techno diye bağıran zihniyetin bir uzantısıysanız ve bu yazıyı buraya kadar okuduysanız baya bir mazoist eğilim gösteriyorsunuz demektir. O zaman boşverin Samael'i, İsmail'e bakın siz. İsmail YK dinlemek kendinize acı verme eğiliminizde size yardımcı olacaktır.

(Aşkım kim bu herif ya?) (Manyağın biri işte.) (Niye manyak olsun, yazdığı seyler güzeldi aslında.) (Manyak olmasa seninle benimle konuşmazdı.) (Neden ki?) (Hepimiz hayal kurarız ama hiçbirimiz aslında varolmayan kafamızda yarattığımız insanlarla albüm konusunda tartışmayız.)( Nasıl yani biz aslında yok muyuz?) (Yokuz...)

Yok musunuz? Sen şu kızı iki dakika başbaşa bırak bakayım benimle, var mısınız yok musunuz görürsün.

(Hayvansın sen!)

-Bitmez-

Samael - Reign of Light (2004)


Reign of Light adlı albümü incelemek için güzel bir dönem bence. Ne de olsa, önümüzdeki günlerde Samael'i yeniden dinleme şansına sahip olacak ülkem rocker'ları. (Afişler bile piyasada olmasına rağmen ben şüpheliyim gerçi, Samael Ağustos ve Eylül aylarında stüdyoda yeni albümün kaydıyla uğraşacağını duyurmuştu çünkü. Neyse ki resmi sitelerinde İstanbul konseri görünmekte. Bununla birlikte eylül boyunca başka konser görünmüyor.)

Bilindiği gibi Samael, özellikle Passage albümüyle birlikte önceki albümlerinde yer alan ağır ve aksak koyu black metal yapısından endüstriyel bazlı daha ritmik bir kimliğe geçiş yaptı. Bu geçiş şarkı sözlerine de yansıdı. Satanist, militarist ve okült temaların yerini yeni bir şeyler aldı... Garip bir şeyler... Tanımlaması zor bir şeyler... Yeri geldiğinde dinsel yeri geldiğinde siber gerçekler ve elbette ki yalanlar, evren, yaradılış, bilinç üstüne felsefi yaklaşımlar ve eskiden kimsenin tahmin edemeyeceği bir şekilde aşk Samael albümlerinde yeni konular olarak karşımıza çıkar oldu. Reign of Light albümünde bu gidişattan bir değişim olduğunu söylemek doğru olmaz.

Öncelikle müzikal yapıyı ele alırsak karşımızda yine aynı sert gitar tonları var. Black, gotik, vb. gruplarda genelde rastlayabileceğiniz şöyle bir durum vardır: gitar ana melodiyi verir klavye ve örneklemelerse atmosferi. Ancak bu albümde diğer Samael albümlerinde de duyduğumuz gibi klavyeler ana melodiyi vermekte. Bestelerin klavyeyle Xy tarafından yapılmış olmasından da kaynaklanan bir gerçek bu tabi. Gitarların görevi ise daha çok şarkıları sert tutmak gibi gelmiştir bana her Samael dinlediğimde. (Gitarsız Samael’in neye benzediğini de zaten Xy’nin diktatörlüğündeki diğer çalışmalarda görebilirsiniz ama bu başka bir konu).

Albümün müzikal yapısında Samael’in önceki albümlerine göre pek bir değişme yok denilebilir. Yani Samael girdiği patikayı adımlamayı sürdürüyor ancak sanki yolda yürürken iki detayı bu sefer daha az önemsemiş gibi. Özellikle Passage albümünde duyduğunuz kendini asla tekrar etmeyen özgün elektronik altyapının yerini bu sefer daha natürel tonlarda bir drum machine düzenlemesi almış. Önceden bunu hiçbir insan çalamaz diye düşünürken, bu albümle birlikte bu partisyonlar bir baterist tarafından çalınabilecek düzeye indirgenmiş diye düşünüyorsunuz. Baterinin yanı sıra kişisel olarak bu albümde kullanılan örneklemelere de ilk defa fazla özenilmediği kanaatindeyim. Daha önceki özenli seçimler yerini daha basit tonlara ve efektlere bırakmış. Sanki biraz acele edilmiş gibi. Klavye, gitar ve bas kullanımlarında değişen bir şey yok. Yeni dönem Samaelciler için sürpriz yok bu konuda ancak vokaller biraz farklı. Vorph, her albümde vokalini daha temiz hale getirmeye çalışmakta. Bu albümde de çabasına devam etmiş; ancak ben bu çabayı yersiz ve başarısız bulmaktayım. Rammstein tarzı vokal duymak istesem Rammstein dinlerim zaten. Vorph farkında değil galiba ama kendine özgü olan vokalini giderek yitirmekte.

Şarkı sözlerine baktığınızda yine aklınız karışıyor ve dürüst olmak gerekirse ben bunu severim. Mitoloji kitaplarından alınmış sayfalarca söz okumaktansa bir müzik insanının hayata farklı bakışını yansıtan sözleri incelemek, onun psikolojisinin nelere gebe olduğunu görmek daha çok ilgimi çeker. Bu albümde de Vorph yine siber uzaydan girmiş, dünyada birlik demiş, bir yerlerde hayattan kopmuş, oradan da daha karanlık düşüncelerine doğru uçmuş. (Tadını kaçırmayayım siz inceleyin bence.) Ancak nasıl olmuş da “inşallah” şarkının sözlerini yazmış bakın orayı daha çözemedim. Önceki albümde “Christianity Everywhere” diyordu Cross adlı şarkıda. Burada da İslam’a dokunma var. Din olgusundan kopamamış eski bir pagan sempatizanının gözünden bakmaya çalıştığınızda allak bullak oluyorsunuz ama bir sır vermem gerek burada: Vorph’un yaşadığı beyin fırtınalarını şiirsel bir dille şarkılarına monte etmekten inanılmaz bir tat aldığını biliyorum ve onun aldığı tat dinleyiciye de yansıyor kanımca.

Açılıştan itibaren albümde sıralanan şarkılar albüm içinde bir bütünlük gösteriyor. Bu yeterli değil diyenlere merak etmeyin derim, albümde hit diyebileceğiniz şarkılar mevcut. Açılış şarkısı Moongate hmm dedirtiyor size. Fena değil ama bu en iyisi olmasa gerek. Sonra “Inchallah” ve “High Above” adlı iki garip tematik şarkıyla ilgilenirken beklediğiniz hite ulaşıyorsunuz: albümle aynı ada sahip “Reign of Light” sözleriyle ve müzikal yapısıyla buraya kadar yazmaktan kaçındığım, aslında Samael’de genelde bir numaralı etki olan “gaza gelmek” hissini veriyor size. Vorph bu şarkıda çığlık bile atıyor çaktırmadan ve sözleri yıllar öncesinin My Saviour’u kadar iyi bence... Şarkı yalnızlığına aşık, başına buyruk anti kahraman adayları için... Daha sonraki şarkılardan On Earth yurtta barış dünyada barış hissi verirken (ein reich ein volk ein fuhrer yazılı Samael tişörtlerini görmemiş olduğumuzu varsayıyoruz burada), Oriental Dawn adlı şarkıda tam tersini hissediyorsunuz. Bir diğer şarkı olan On Earth de dünya şehirlerinden bahsediyor. Vorph onlardan bahsederken İstanbul dediğini duyamasanız da Ankara dediğini duymak mümkündür! Albümdeki en değişik şarkı olduğunu düşündüğüm As the Sun adlı şarkıyı da dikkatle dinlemenizi tavsiye ederim. En basit şarkı olmakla birlikte gitar kullanımını orijinal ve çekici buldum.

Bu kadar laftan sonra bir de sonuç yazmak gerekli tabi ki: albümde bir Rain yok tanrı bile ağlıyor insanların günahları için diyebileceğiniz. Bir Rebellion yok düzeni bir tek ben değiştirebilirim diyebileceğiniz. Bir Us yok o benim için yaratıldı ben onun için diyebileceğiniz. Ama bu albümde nota aralarında gezinen yine aynı yanar döner ruh var; yarı depresif, yarı karamsar ve çokça sorgulayan, sorular soran. Üstelik tutunabileceğiniz dalları da uzatıyor size: ister “Reign of Light”la kendi kendinizin efendisi olduğunuzu haykırın, isterseniz “Oriental Dawn”la kopacak olan fırtınanın sessizliğini değil, bizzat gürültüsünü dinleyin!

Samael’in en iyi albümü değil... Ama sapına kadar Samael... Evet yeniden devrim yapmıyorlar ama yaptıkları devrimden taviz vermeye niyetli değiller.

Novembre - Materia (2006)


1999 yılıydı ben Novembre'yle ilk tanıştığımda. O sene çıkardıkları albümün adı da Classica idi ve bu albüm beni daha ilk dinlediğimde vurmuştu. Ne güzel bir müzik yapıyorlar demiştim, albümün adı gibi bir klasik benim için bundan böyle Novembre. Öncesiyle, sonrasıyla yaptığı albümler hep benim ilgimi çeken zevkle dinleyebileceğim albümler oldu bundan sonra. İşte Materia'da aynen böyle bir albüm.

Novembre'nin beyin takımı gitar vokalde Carmelo Orlendo ve bateride Guiseppe Orlendo'dan oluşuyor. Bu iki İtalyan kardeş, grubun merkez üssünün Roma olduğunu söylüyor.

Grup 2002 yılından beri albüm yapmıyordu çeşitli plak şirketi problemleri yüzünden, sonuçta Century Media'dan Peaceville Records'a geçtiler ve Materia albümü çıktığında bu boşluk dönemini çok iyi değerlendirdiklerini gördüm. Daha önce de albüm kayıtlarına hep özen gösteren grup bu albümde de son derece başarılı. Classica albümünün kaydı için efsanevi King Diamond gitaristi Andy Larocque'ın stüdyosunda çalışmışlardı, daha önce de Dan Swano'yla albüm kaydetmişlerdi. Bu albümde de Helsinki'deki Finnvox Stüdyoları'nı kullanmışlar ve bence sonuç gerçekten mükemmel. Ben gerçekten Novembre hissiyatı için daha iyi bir ses düşünemiyorum. Baterisinden gitarına herşey dört dörtlük.

Grubu daha önce dinlememiş olanlar için yaptıkları müziği tanımlamam gerekiyor. Yer yer kulağınıza death metal yapısında gitarlar çarpacak, tempo yavaş giderken melodik bir şekilde hızlanabilecek, buna temiz vokaller eşlik edecek ve vokallerin soluk hali ona ayrı bir ruh verecek. Akustik gitarlar öyle anlarda girecek ki işte budur dedirtecek. İşte Novembre'nin müziği budur. Aslında bir kez dinlediniz mi daha sonra bilmediğiniz bir şarkısını duyduğunuzda rahatlıkla tanıyabileceğiniz bir bileşimi var grubun. Kendine özgü bir tarzı var yani. Bu tarzı oluştururken kimlerden etkilendiğini de şöyle belirtelim: Grup bahsettiğim albümsüz geçen yıllarında yakın dostlarımız diye bahsettiği iki grupla konserler verdi. Bu gruplar Katatonia ve Opeth. İlk kez dinlediğinizde kesinlikle bu iki gruptan da pek çok etki bulabiliyorsunuz Novembre'nin müziğinde.

Albümün ilk şarkısı olan Verne direk sizi etkiliyor hem de ilk rifiyle. Arpejin üstünden distorsiyonlu gitarlar ve bateri öylesine güzel bir başlangıç yapıyorlar ki albüme ve vokal bunu öyle güzel süslüyor ki daha ilk şarkıdan itibaren iyi bir albümle karşı karşıya olduğunuz anlıyorsunuz. Belki benim gibi tekrar tekrar Verne çalacak sizin odanızda da ama diğer şarkıları da es geçmeyin.

Verne'un ortasında tempo düşüyor. (Bu arada şarkı İtalyanca'ya dönüyor ve Novembre'de eleştireceğim tek yan da bu. Şarkı içinde dil değişimi benim sevdiğim birşey değil.) Şarkı bittiğinde düşük tempoyla bu sefer ikinci şarkı olan Memoria Stoica başlıyor ve siz tam bu hızla gidiyoruz evet derken, tempo bu sefer de hızlanıyor. Bu yapı genel olarak albüme yayılmış durumda ve bu tempo değişiklikleri iyi kullanılmış olduğundan albüme hoş bir dinamizm kazandırıyor.

Bir sonraki şarkı olan Reason akustik gitarlarla başlıyor ve burda birkez daha kaydın ne kadar iyi yapıldığını düşünüyorsunuz. Kesinlikle başarılı bir şarkı. Ardından gelen Aquamarine'se benim albümde en yoğun Katatonia tadı hissettiğim şarkı oldu. Vokalden sonra giren harika riflere vokalin söz söylemeden aynı rife eşlik etmesiyle çok etkili bir ruh yakalıyor Aquamarine. Albümün en etkileyici rifleri bu şarkıda ard arda geliyor. Sertleşen vokaller de apayrı bir tat. Kesinlikle harika bir çalışma.

Aquamarine bittiğinde yerini akustik üstüne yavaşça yükselen harika melodileriyle Jules'a bırakıyor. Abümde zaten kötü denebilecek bırakın şarkıyı bir rif bile yok. İlk şarkının isminin Verne olduğu hatırlanınca "Jules Verne" birleşimi insana çağrışım yapıyor ancak ben verilmek istenen mesajı henüz çözemedim. (Jules Verne'in hayalgücüyle kendine kalabalık kıldığı dünyasında yalnızlığı üstüne kurulu bir tema var demem yanlış olmayacaktır) Sözlerin yeryer İtalyanca olması da bunda etken tabi ki. Zaten melodiler o kadar avucuna alıyor ki sizi sözleri ister istemez ikinci plana atıyorsunuz.

Bir sonraki şarkı Gepetto'da yine harika riflerle dolu ve hemen her şarkıyı favori olarak gördüğüm albümde en beğendiğim şarkılardan biri oldu.

Gepetto'dan sonra başlayan Comedia'da grup en yüksek tempolu başlangıcını yapıyor. Bu şarkı yeryer Katatonia'ya benziyor ve tema olarak Dante'den ve Beatrice'ten bahsediyor. Yani İlahi Komedya'nın içindesiniz.

The Promise, klasik heavy şarkılarına yakın bir ritme sahipken ardından gelen albümle aynı adlı Materia tam bir doom şarkısı modunda gidiyor. Gitarın küçük atraksiyonları olmasa belki son derece sıradan olan bu şarkı bu numaralar sayesinde son derece özel bir hale geliyor.

Sonraki şarkı Croma yine aynı tadda son derece zevkli bir çalışma ve onun ardından gelen kapanış şarkısı Nothjingrad da kapanış için çok iyi seçilmiş bir şarkı. Grup gerçekten albüme çok emek harcamış. Şarkıların dizilişinde bile bunu görebilmek mümkün çünkü açılış ve kapanış şarkıları kadar o şarkılar arasındaki ruhsal yolculuk da bir o kadar ince ayrıntılar üstüne kurulu.

Novembre her nedense ülkemizde çok bilinen bir grup olmamasına rağmen Avrupa'da çok sevilen bir grup ve bu albümle müzikaliteleri bir adım daha yükseliyor. Bahsettiğim Katatonia ve Opeth'in yanısıra, Kreator ve Moonspell'le de baya bir turlamışlıkları var. Tahminim bundan sonraki konserlerinde yavaş yavaş headliner olmaya doğru uzanacaklardır. Çünkü onlardaki müzikal yükselişi pek çok grupta artık görmek çok zor ve bu gruplara kanımca Moonspell ve Kreator'da dahil. (malesef)

Eğer Katatonia ve Opeth tarzı müzik dinlemekten zevk alıyorsanız, Novembre'yi de başucu gruplarınızdan biri yapacağınızdan eminim. Grup hem yaptığı işe tüm potansiyeliyle eğiliyor, hem de müzisyenlik ve yaratıcılıkları on puan değerinde. Bestelere de söz yok. E o zaman daha ne olsun?

Noekk - The Water Sprite


Hemen söze girmek yeterli olcaktır: Noekk iki kişilik bir proje. Bu iki kişinin isimleri F.F Yuggoth (bateriler, baslar ve gitarlar) ve Funghus Baldachin (vokaller, klavyeler ve gitarlar). Bir şey ifade etmedi mi? Önceden kendilerine verdikleri isimler Schwadrof (Marcus) ve Helm'di desem? Evet bu iki insan atmosferin ve melankolinin, yani doomun en efsane gruplarından kabul edilen artık varolmayan Empyrium grubunun efsanevi Weiland albümünü var eden iki dehaydılar.

Bir kez olsun Empyrium dinlemiş olanların soracağı sorunun ister istemez grup Empyrium'un devamı mı olacağını çok iyi bildiğimden ilk olarak bu soruya cevap vermem gerekiyor. Grup başlarda bunu kesin olarak inkar etmişti ancak daha sonraları daha ılımlı konuşur oldular. Önceden hayır diyorlardı. Empyrium uçurum kenarında yürürken ölüme bir adım kadar yakın olduğunda kendini doğaya sunmaya hazır olmak demektir ve Empyrium, Weiland albümüyle uçurumdan aşağı atlamıştır. Nedeni hiçbir zaman açıkça ifade edilmedi, ancak bu müziğin yaratıcılarının duygusal dünyaları onları gerçekten geri dönülemez bir noktaya ulaştırmıştı. Bunu anlarsınız... Yalnızlığınıza kulak verin. Mum ışığı altında Weiland'ı dinleyin ve onun sizi nerelere taşıyabileceğini keşfedin. Melankolinin tınıları bazen hayalgücünüzü çok karanlık diyarlara sürükleyebilir... İşte bu diyarlara teslim olmak istemeyen Empyrium üyeleri, hayatla ölüm arasındaki uçuruma mükemmel bir imza atarak grubun müzikal üretimine son verdiler. İkisi de pek çok grup için çalışmalarını sürdürdülerse de Noekk albümüne kadar hiçbir albümle Empyrium müziğine yaklaşmadılar.

The Water Sprite çalmaya başladığında ise hikayeye geri dönüyorsunuz. Uçurumun kenarında durmanın korkusunun Empyrium'a malolduğunu bilen ikili aynı resmi bu sefer daha uzaktan seyretmeye karar vermiş gibi. Evet yine gün batımı, evet yine koyu yeşil ormanın içinde hüzünle akan nehirlerin sesleri, masum ruhların ağlayışlarını, insanların hayal kırıklıklarını duyumsuyorsunuz ancak bu sefer bir adım attığınızda uçurumdan aşağı yuvarlanacakmışsınız gibi değil. Daha çok evde şöminenin başında dostlarla söyleşir gibisiniz: Ben uçurum kenarından geliyorum... Düşmedim, atlamadım ama izin verin size düşmek isteğimin ne kadar çekici olduğunu anlatayım. Daha açık ifadeyle önceden yaptıkları kadar net ortaya konmuş bir melankoli değil, perde arkasından hissettirilen bir melankoliyle karşı karşıyayız bu albümde. Dolayısıyla bestelerin Empyrium kadar vurucu olmadığını söylemem gerekiyor. Etkileyici evet ama sizin hayatla bağlantınızı koparmıyor, onun yerine hayatınıza bir parantez açıyor.

Kayıtları her zaman ki gibi Markus halletmiş. Alışık olduğumuz Dark Prophecy Records'dan çıkmış olan tüm diğer albümlerin kayıtlarına bir şekilde bulaşmış olan Markus, bildiği tüm doğruları bu albüme de yansıtmış. Kullandığı stüdyo da tabiki kendi stüdyosu olan Klangschmide stüdyosu.

Albümle ilgili neleri sevdim? Öncelikle Empyrium adıyla müzik yaptıktan sonra grubu dağıtıp Empyrium geri döndü diye bir çıkış yapmamalarını takdir ettim. İsimlerini bile değiştirmelerinin altındaki sebebin ticari kaygılardan uzak durmak istemeleri ve Empyrium isminin para yaptığı gerçeğinden uzaklaşmak olduğunu düşünüyorum. Ayrıca vaktiyle grubun dağılma sebebini doğru yorumlamış olduğumu kabul edersek, yeniden ortaya çıktıkları Noekk isimli projenin temasal olarak Empyrium'a yakın olmasına rağmen, bestelerin direk aa bak bu Empyrium'dan çok, aa Empyrium'dan etkilenmişler hissi vermesi hoşuma gitti. (Grubun sitesinde etkilendikleri grup olarak Empyrium adının yazması da ilginç.) Ayrıca Weiland albümünden sonra yeniden distorsiyonlu gitar kullanmaları da bence güzel.

Peki albümle ilgili neleri sevmedim? Öncelikle bazı yerlerde duyumsadığım bir his var ki bu benim albümden kimi yerlerde haz almamı oldukça zorlaştırdı: Tam olarak Empyrium'la aynı müziği yapmamalıyız kaygısının ve korkusunun bazı şarkıları çok yavan kıldığını düşünüyorum. Bir başka üzüldüğüm nokta da çığlık vokallere hiç yer verilmemiş olması. Ben bu vokalleri seviyordum. Ayrıca Helm'in özellikle ilk şarkıda daha Rock&Roll tınılı vokaller denemesini yersiz buluyorum. Noekk'in bir özelliği olacakmış gibi görünen benim için alışıldık progresif klavye numaralarındansa hiç mi hiç haz almadım. Bir de albümde, sanki başkalaşım ararken ortaya biraz duygu eksikliği çıkmış gibi.

Sonuç olarak Empyrium seven insanların zaten dinleyecekleri bir albüm. Empyrium dinlemeyenler içinde sevilebilecek bir albüm. Ancak benim için unutulmazlar arasında yer alan bir çalışma değil, daha çok bir geçiş çalışması. Noekk yeni albümünü bu yıl içerisinde çıkartacak ve ben daha derli toplu daha ne yapmak istediğini bilen bir albüm dinleyeceğimizden eminim. Aslında Helm ve Markus ne istediklerini zaten biliyorlar: Karanlığa ait olanlar, ışıkla kutsanıp gözyaşlarıyla ıslanmanın ne olduğunu tattıklarında o tadı unutamazlar. Markus ve Helm'de bu tadı duyumsamak istiyor ama mümkünse bedel ödemeden. Şimdilik mesafeyi ayarlama sorunları var ama bir sonraki albümle yerlerini belli edip, o noktadan mükemmel manzarayı bizlere sunacaklar.

Naildown - Dreamcrusher (2007)


Günümüz Rock müziğine en çok emeği geçen ülkelerden birine gidiyoruz bir kez daha: Finlandiya'ya. Eğer şu anda Rock müziğin evi konumunda bir yer varsa burası kesinlikle Finlandiya. Rock tarihinin her döneminde, yeni müzik türlerinin ortaya çıkması iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir: İngiltere ve Amerika. Günümüz itibariyle artık İngiltere ve Amerika'dan çok Avrupa - Amerika ayrımı yapılıyor -ki bu bana da daha mantıklı geliyor. Avrupa'da İngiltere kalesi benim için sadece sembolik bir değer taşıyor. Finlandiya ise gerçekten ihtişamlı bir şato. (Yer yer samimiyetsizlik hissetsem de görmemezlikten geliyorum.)

Gelelim Naildown'a. Bir debut albüm kritiği daha yazmakta olduğumu sanıyordum ancak grubun resmi sitesine göre bu ikinci albüm ve bu albümden önnce, baya beğeni toplayan 2005 çıkışlı World Domination adlı bir albümleri var.

Öncelikle grubun kendi resmi sitesindeki bazı açıklamalardan bahsedelim. Tarzları için "Hybrid Metal" diye bir şey zırvalamışlar, buna kulak tıkayarak işe başlayabiliriz. Tarzlarının Opeth, In Flames ve Strapping Young Lad gruplarının bir sentezi olduğunu söylüyorlar. "Strapping Young ne?" dediğinizi duyar gibiyim çünkü bu Kanadalı grup ülkemizde pek tanınan bir grup olmamakla birlikte müzikal olarak melodik ve sert müzik yapan bir grup olduğunu söyleyebiliriz. Kuruluşu 94 olup, son dönemi In Flames çizgisine yakındır. Grubun kurucusu ise, adı her zaman gruptan daha ön plana çıkmış olan Devin Townsend'dir. (Hayır Devin Townsend'i anlatmayacağım, google sadece "free porn" yazmak için değildir, deneyebilirsiniz.) Grubun kendisini yakın bulduğu In Flames ve Strapping Young Lad saptamalarına katılıyorum ancak Opeth diyince bir dur orada diyorum. Hayır Opeth'le hiçbir ilişkisi yok. Çok zorlarsanız birşeyler bulabilirsiniz belki ama ben yanından bile geçemedim.

Grup albümün sesi için çok emek harcamış. Kayıtlar Sound Supreme Stüdyosunda, miks Hansen stüdyosunda ve mastering Finnvox stüdyosunda yapılmış.Finlandiya'dan tanıdığımız pek çok grubun masteringi bu stüdyoda tamamlanıyor, daha önceki kritik yazılarımızda da değindiğimiz gibi. Him, Nightwish, Moonsorrow gibi. Albümün kaydıyla ilgili kulağınızı rahatsız edeck herhangi bir detay bulmanız zor o yüzden. Günümüz müzik sektörü içinde, yaptığı işe özenen grupların artık kötü kayıtlarla karşımıza çıkma ihtimali neredeyse yok denecek kadar az. (Almanya hariç. Nasıl beceriyorlar bilemiyorum, bu ülkeden hala başarısız kayıtlar çıkabiliyor. Alman müzik endüstirisinin arkasında vaktiyle oraya göç etmiş Türkler'in olduğuna dair derin şüphelerim var.)

Şarkıları irdelemeden önce, Naildown'ın tarzına genel bir bakış atarsak, karşımızda melodik yapıyı yer yer kesik ve sert gitar rifleriyle süsleyen bir grup olduğunu söyleyebiliriz. Melodik death temelli ama yer yer klasik heavy modeline sadık, yer yer de thrash özellikleri gösteren bir grup. Aslına bakarsanız bir noktada şaşırdığımı söylemeliyim. O nokta şu ki, bu grubun kullandığı atraksiyonların yarısını kullanan gruplar bile tarzlarının progresif olarak adlandırılmasını tercih ediyorlar ancak Naildown bu yolu seçmemiş. Takdir ettim. Eğer Opeth gibi müzik yapıyoruz demeseler daha da takdir edecektim.

Gelelim şarkılara.

Albümde kesinlikle üstünde durulması gereken bir şarkı var. Bu albümü almasanız bile, bu şarkıyı mutlaka dinlemenizi tavsiye ediyorum. Bahsettiğim şarkı açılış şarkısı olan Dreamcrusher. Bu şarkının özel olmasının sebepleri:

1-Şarkı son derece gaz başlıyor. Bol hırıltılı bir çığlık-brütal vokal arası girişle hızlı gitar rifleri karşılıyor sizi. Ancak işin asıl ilginç kısmı, bu giriş, şarkı süresi başladıktan yaklaşık beş saniye sonra başlıyor. Yani ilk beş saniye sessizlik hüküm sürüyor. Nedenini bilemiyorum ancak eğer bu benim inanmak istediğim şekliyle albümü dinleyenler ses gelmiyor diye sesi köklesinler diye yapılmışsa gerçekten hoş bir numara.

2-Şarkının köprü kısmında ve nakaratında sizi yakalayan temiz vokaller, bence inanılmaz bir şekilde tarzın dışında.Bu vokal tekniği tam olarak Soundgarden-Pearl Jam etkili grunge günlerine götürdü beni ve ben kesinlikle melodik death kulvarında olan şarkıdaki bu vokal numarasına bayıldım.

3-Gelelim en önemli sebebe. Dreamcrusher 2 dakika 50 saniye çizgisine kadar olan haliyle de gerçekten çok iyi bir şarkı ancak bu noktada grubun yaptığı numara bu şarkıyı özellikle müzisyenlerin dinlemesi gerekli bir hale getiriyor. Zamanın 2.50'yi gösterdiği noktada, alışıldık bir geçiş numarası başlıyor. Gitar hariç tüm enstrümanlar susuyor. Ritm Gitar taramalarla süslü güzel bir rif çalarken, ikinci tekrarda aynı rif çift gitar tarafından çalınıyor. Sonuç olarak da üçüncü tekrarda biliyorsunuz ki bateri ve bas bu rife eklenecek, iki tekrar da onlar yapacak. İşte Naildown bunu yapmıyor! 3. tekrarda, alışıldık düzenlemeler yüzünden kulaklarınızın duymayı beklediği şeyi bir ölçü sarkıtarak yapıyor. Yani elinizi hoparlöre uzatıp şimdi diyorsunuz bateri girsin diye ama bu beklentiniz gerçekleşmiyor. Tam yüzünüzde eblek bir ifadeyle nasıl ya ben şimdi fake mi yedim dediğiniz anda, vokalist "Go!" diyor ve bir mezur geç olarak bateri müzikle bütünleşiyor. Şimdi, bu şarkının anlatımı böyle, ancak ne dediğimi tam olarak anlamanız için şarkıyı dinlemeniz gerekiyor. Aksaklık ve küçük sürprizler müzikal anlamda ilginizi çekiyorsa bu numarayı seveceğinizden eminim. Ben ilk dinlediğim üç dört seferde, vokal ne zaman go dese, enseme şaplak yemiş hissine kapıldım ki bunu herkese tavsiye ediyorum.

İlk şarkı biter bitmez tamam demiştim harika bir grupla karşı karşıyayım. Ancak şunu söyleyeyim, malesef ki bu şarkı kadar sürprizli ve başarılı başka şarkı albümde yok. Diğer şarkılar içinde de gerçekten çok iyi şarkılar var ama, İlk şarkı kesinlike onlardan çok ötelerde.

İkinci şarkı olan Judgement Ride, Dreamcrusher'ı iyi tamamlıyor ancak girişinde barındırdığı Stratovarius tarzı klavyeleri ben hiç ama hiç sevmedim. Bana sanki şarkıya zorla monte edilmiş gibi geldi. Bu şarkıda baterist size ilk defa göz kırpıyor ve diyor ki bakın ben tekniği çok sağlam bir adamım ve eğer istersem gerçekten çok hızlı çalabilirim diyor. Judgement Ride, kesinlikle pek çok grup için albüm kurtarabilecek bir şarkı. Vokallerin rengi benzemese de yazım tarzı, kesinlikle In flames tarzı.Fazlasıyla melodik olması bir bakımdan artısı ancak ben Dreamcrusher'a aşık olduğumdan bu şarkıyla öyle deli bir bağlantı kuramıyorum.

Üçüncü şarkı Lame, baterinin twin pedal numaralarıyla başlıyor. Bir önceki şarkıdaki mesaja devam eden baterist ben geri planda duracak adam değilim diyor. Bu noktada grubun resmi sitesine bir daha göz atarsanız, grup kadrosunun yazıldığı kısımlarda bateristin adının en üstte yazıldığını görürüsünüz. (Janne Kukarainen) Bateri grubun müziğinde lider konumda olmakla kalmamış, baterist de grup içinde lider konumuna gelmiş demek bu noktada yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum. Üstelik bateri müzikte ön plana çıksa da, bunu saçmalıklarla yapmamış. Yani müziğin içinde armoniyi bozduğu hiçbir nokta yok ve Janne liderlik görevini başarıyla yürütüyor diyebiliriz. Lame'le ilgili bir dip not olarak, bu şarkının girişindeki vokalli kısmı birilerine dinletirken rahatlıkla bak In Flames'in yeni şarkısı diyebilirsiniz çünkü gerçekten yeni dönem In Flames'e bu sefer vokalin rengi de dahil olmak üzere herşeyiyle benziyor.

P.I.B isimli üçüncü şarkı yine baterisiyle akılda kalıyor çünkü bu sefer Janne gerçekten hız yapıyor. Thrash severler, baterist girişteki numaralarını çektikten sonra başlayan gitar rifini seveceklerdir çünkü bu rif tam olarak eski dönem Slayer rifi. Bana kalırsa bu şarkı ileride biraz saçmalıyor çünkü pek çok gereksiz numarayla tarzlar arası bir geçiş şarkısına dönüyor. Vokal performansını başarısız bulduğumu bir şarkı. Vokal fazlasıyla Children of Bodom kokuyor, beni bu rahatsız etti, sizi etmeyebilir.

Beşinci şarkı olan Silent Fall kendisinden önceki iki şarkı gibi bateri ile başlıyor. Beni bu numaralar rahatsız etmedi, sizi de rahatsız edeceğini zannetmiyorum. Kesik gitar yapısıyla Pantera'yı anımsatan bir şarkı.

Silent Fall'u takip eden Like I'd Care, adı sayesinde daha albümü ilk edindiğimde bile dikkatimi çekmişti. Konusu da hoşuma gitti. Albümün melodisi en rahat akılda kalan şarkılarından biri diyebilirim. Tarz olarak yine pek çok alana girip çıkan şarkının en yakın olduğu tarz klasik heavy metal diyebiliriz. Hatta Helloween etkisi görmek mümkün. Ancak bu tarzlar arası gidiş gelişlerin dengesi hemen hemen tüm şarkılarda belli bir düzenle ilerlediğinden, Naildown kendine ait bir ses yakalamaya yakın diyebiliriz. Yakalamış diyemiyoruz çünkü bazen işin dozunu kaçırıp işi fazla allak bullak ediyorlar.

Deep Under the Stone isimli şarkı albümün en uzun şarkısı ve enstrümantal bir şarkı. İlk dinlediğimde albümde en gereksiz ve en sıkıcı bulduğum şarkıydı. Dream Theater tarzı bir iki numarası ve benim hiç ama hiç sevmediğim klavye gösterileri var diye yorumlamıştım. (Bu şarkının lider klavye tonu, albümün geneline hakim ve her duyduğum noktada, bu grup klavye olmadan bence daha iyi olacaktır dememe yol açtı.) Daha sonra farkettim ki benim sevmediğim kısmı şarkının ilk üç dakikalık kısmı ve sonunda tekrarlanan, baştakinin aynısı rifler. Yani şarkının içeriğinde güzel şeyler de var aslında ama herşey üstüste konunca pek başarılı bir şey çıkmamış ortaya. Benim bu şarkıyı sevmememin en temel nedeninin, şarkının pek çok kısmını son derece klişe bulmam olduğunu söyleyeyim. Yani bu tip kaygısı olmayanlar, ya da çok klavyeli progresif şeyleri bugüne kadar yoğun olarak dinlememiş olanlar bu şarkıyı çok sevebilirler.

Sondan bir önceki şarkı Save Your Breath kötü olmayan ama fazla da birşey vermeyen, sanki albümde süre doldurmak için kaydedilmiş hissine kapıldığım bir şarkı.

Malesef ki son şarkı olan The New Wave'den de çok fazla tat alamadım. Nakarat kısmı çok güzel olan bir şarkı ancak, kendi içinde beni çok rahatsız eden bir sorunu var. Bu şarkıda klavyeciyi dövmek istiyorum, çünkü ne zaman müziğe bulaşsa şarkıyı resmen yavşatıyor. Sonundaki gitar solosu albümün en iyi solosu olmasına rağmen klavyenin girdiği yerlere gıcık olduğumdan, ister istemez başarısız bulduğum bir şarkı oldu. Başarısız demek için tereddüt ettiysem bile, şarkıdaki klavye solosu bu tereddütü aldı götürdü.

Son olarak bu grubu ister istemez bir süre önce kritiğini yazmış olduğum diğer bir Finlandiyalı Melodik Death grubu Kill the Romance'le kıyaslamak istiyorum. Kill the Romance albüm olarak bakıldığında çok daha muntazam bir iş çıkarmış. Akıcılık olarak da Naildown albümünden bir adım ötede. Sonuç olarak genel anlamda Kill the Romance kesinlikle Naildown'a üstün geliyor ancak, Naildown'ın Dreamcrusher isimli şarkısı Kill the Romance'in tüm şarkılarını teke tekte döver. Evet, biraz benim babam mı döver senin baban mı zihniyeti oluştuğunun farkındayım. En iyisi siz karar verin hangisi daha baba.

Açılış şarkısına 10 üzerinden 11 verdim. Albüm geneliyse 10 üzerinden 7,5 alır.